Sevgili Kardeşim Prof. Dr. VELİ LÖK
75 Yaş gününüz için İzmir'de güzel bir kutlama töreni ve size yaraşır bir akademik program yapıldığı için, düzenleyen kadirşinas ve hatırşinas meslektaşlarıma yürek dolusu teşekkürler.
Sizi ilk kez yakından tanıma şansına Doçentlik sınavınızda bulunduğum dönemde eriştim. Daima sükûnet, samimiyet, sabır ve titizlikle sürdürdüğünüz yaşamınızı yakından görme ve izleme, olanağına sahip olanlardan olduğum için mutluyum.
Türkiye'de ilk Spor Travmatolojisine gönül veren, artroskopi kursuna giden bir meslek öncülüğünüz yanında, İzmir ve İstanbul'da düzenlediğimiz SICOT Bölgesel ve Uluslar arası Kongrelerin gerçekleşmesindeki hizmetleriniz, 1999 Sidney, SICOT Kongresinde Dünya Kongresi'nin ülkemizde yapılması uğraşı ve çabalarınızdaki candan yardım ve destekleriniz her türlü övgünün üstündedir. Ayrıca Taipe'deki SICOT Kongresi'ne birlikte onur konuğu olarak davet edildiğimizde de yabancı delegelerin size bana gösterdikleri ilgi ve sempati gerçekten Türk Hekimleri olarak bizi çok duygulandırmıştı.
Birçok müşterek dostlarımız arasında özellikle Ejnar Erickson, Anthony Halla, Charles Sorbie ve Chung Lee Wang gibi dostlarımızla adeta aile fertleri yakınlığımız olmuştur. Bunlarla dostluğumuzun hala süregelmekte olduğunu, dostlarımızın sizi ne kadar takdir ettiklerini daima hatırlar ve sizinle övünürüm.
Dr. Veli Lök olarak Spor Travmatolojisi ve Diz Patolojisi'ne olan yakın ilginiz ve hizmetlerin kurumlaşması ve gelişmesindeki hizmetleriniz her türlü övgünün üstündedir.
Sizin adınıza yapılan 75. yaş günü törenine katılmayı ne kadar isterdim bilemezsiniz. Fakat o etkinliğin yalnız birinci gününde bulunabileceğimden, uygun uçak seferi bulamadığım için ve buna rastlayan günlerde Ankara'dan ayrılmam zor olduğundan sizden bu mutlu gününüzün kutlanışında bulunamayacağım için özür dilerim. Fakat size, tüm Lök Ailesi'ne ve Veli Lök'e yürekten sevgi ve selamlarımı sunarım. Huzur ve mutluluk dâhil tüm güzelliklerin daima sizlerle olmasını dilerim aziz kardeşim.
Muhterem eşinize saygılar, çocuklarınıza selamlar sunarım. Ne mutlu ki onlar Lök Ailesi'nin varlık ve canlılığında hep size destek olmuşlardır.
Hoşçakal Sevgili Veli Lök
Prof. Dr. Rıdvan EGE
Ufuk Üniversitesi
Mütevelli Heyet Başkanı
Kongre Onursal Başkanı
Değerli Meslektaşlarım,
40 yılın üstünde öğretim üyesi, öğretici ve araştırmacı yapısı ile örnek bilim adamı hocamızın, birçok meslektaşımızın yetişmesinde katkısı büyüktür.
Ortopedi bilim dalındaki gelişmeleri izleme ve uygulamada öncüdür. Yenilikçi, dışa açılımcı ve girişimcidir. Yurt içinde ve yurt dışında uzmanlık alanının temsilciliğini yaptı. Ulusal ve uluslararası birçok kuruluşta yer aldı.
Çalışmaları yalnız tıp alanında sınırlı kalmadı. Sosyal, kültürel ve siyasi konularda da uğraş verdi. Ülkemizin laik, demokratik ve çağdaş hukuk devleti olması için, zamanının birçok riskini göğüsleyerek çalışmalar yaptı. Laikliğin daima yılmaz savunucusu oldu.
Evrensel insan haklarının yurdumuzda da uygulanması için çok çalıştı. İşkencenin önlenmesi ve idam cezasının kalkmasının yorulmaz savaşçısıdır. İğne biopsisi ve sintigrafi tetkiki ilk defa, genç işkence vakalarının tanısında kullanıldı ve bu uygulama uluslar arası yöntem olarak kabul edildi. İşkence konusundaki birikimlerini yurt dışına da taşıdı. Her kıtada işkenceyi önleme çalışmaları yapan, konferanslar düzenleyen birleşmiş milletler destekli uluslar arası "IRCT ÖRGÜTÜ" içinde bir "TÜRK" olarak yer aldı.
Önemli bir özelliği de kapsamlı uzun hizmet süresi içinde, stresli günlerin çok zor koşullarında bilgi ve inançlarından hiç sapmadan çalışmalarını sürdürmesidir. Daima toplumun ve zayıfın yanında oldu. İleri yaşına rağmen çalıştığı konularda azalma olmadan ilk günlerde gösterdiği enerjiyi devam ettirebilmesi de şaşırtıcı özelliğidir.
Sayamadığımız özellikleri, saydıklarımızdan fazla olan, çok yönlü ve değerli hocamızın adına düzenlenen bilimsel kongre ve anı kitabı kendisinden feyiz alan bizlerin duyduğu takdir, sevgi, saygı ve minnetin ifadesidir.
Prof. Dr. Orhan SÜREN
Kongre Başkanı
Gençlere Fırsatlar Yaratan Hoca;
Veli Lök,
Prof. Dr. Nurettin Demir
23.04.2007
Öğrencilik yıllarında, duruşu, giyinişi, sakin ama etkili konuşmasıyla dikkatimizi çeken Veli Hocamız, bize hep Tıp Eğitimi, Entegre Eğitim, Sağlık Politikaları ve Ulusal ilaç Sanayi gibi ulusal konularda bilgimizi yoklar, bu konular ile ilgili olarak kaç okka geleceğimizi tahmin etmeye çalışırdı. O günlerin deyişiyle “solculuk yapıyoruz ya!”. O sıralar öğrenciler arasında önde gelenlerden olduğumuz için; öğrenci sorunları, beslenme, boykot vb. konuları yöneticilere ya da bize yakın hocalarımıza biz götürürdük. Hocalarımızla ders dışı iletişimlerde çok rahat görüşür, hatta haz duyardık. Onların görüşlerini ya da fikirlerini alır tartışırdık. Öğrenci andacı çıkaracağımız zaman en çok Prof. Dr. Cumhur Ertekin ve Veli Lök Hocalarımızla bağlantı kurduğumuzu anımsıyorum. Yavuz Hocamız, her karşılaşmamızda bizi tepeden şöyle süzer, biraz da eleştirerek “Bugün yine bir olay mı var?” demekten kendini alamazdı.
Veli lök ve Yavuz Aksu Hocalarımız bizleri, öğrenci temsilcisi olarak komisyonlarda yer almamızı teşvik ederler, fırsat yaratırlardı. Dersler dışında da yetişmemize katkı koyarlardı. Bizleri araştırmaya, okumaya teşvik ederlerdi. 1975 yıllarında, Fakültede oluşturulan “Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Sağlık Bilimleri Eğitimi Araştırma Enstitüsü” kurulması ile ilgili bir komisyonda Tıp Fakültesi öğrenci temsilcisi olarak bulunmuştum. Aşağıdaki tasarıyı hazırlamıştık. Ama tasarı gerçekleşmemişti. Bugün birçok Tıp Fakültesinde anabilim dalı olarak hizmet gören, “Tıp Eğitimi Anabilim Dallarının” ilk çalışmaları sayılabilecek ve raflarda kalan bu raporu bizim o günlerdeki çalışmalarımız açısından çok önemliydi. Bu çalışmayı yıllar sonra Armağan Kitabına alarak, o günlerin sonuçsuz kalan, ama Hocalarımızın biz gençlere olanak sağlaması açısından önemli olan, bu raporu Hocama armağan olarak sunmak istiyorum.
EGE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ SAĞLIK BİLİMLERİ EĞİTİM ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ TASARISI
Kuruluş ve Amaç
1750 sayılı Yeni Üniversiteler Kanunu’nun 2. maddesine dayanılarak, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı ve Tüzel kişiliği bulunmak üzere “Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Sağlık Bilimleri Eğitimi Araştırma Enstitüsü” kurulmasına karar verilmiştir.
Enstitünün Amacı:
Tıp eğitimini ülkemiz koşullarında çağdaş düzeyde tutmak için;
- Yurtiçi ve yurt dışı ilgili kuruluşlarla ilişkilerin sağlanması ve geliştirilmesi
- Ülkemizde ve dış ülkelerde uygulanmakta olan sağlık bilimleri eğitimlerinin incelenmesi
- İncelemelerin ve çağdaş gelişmelerin verilerine uygun biçimde, fakültemiz sağlık bilimleri politikasının planlanması.
- İnceleme sonuçlarının ve gelişim için önerilerin ilgili ve yetkili kuruluşlara ulaştırılmasıyla, uygulamalarda etkinliğin sağlanması amacıyla girişimlerde bulunması olacaktır.
Üyeler:
Enstitünün seçilmiş, tabi ve onursal üyeleri vardır.
- Seçilmiş üyeler genel kurulu oluşturan üyelerdir.
- Tabi üyeler, Tıp Fakültesi Dekanı, Fakülte Asistan Temsilcisi ve Fakülte Öğrenci Temsilcisi olan kişilerdir.
- Onursal üyeler, Türkiye ve Türkiye dışındaki üniversitelerin ve ilmi kuruluşların üyelerinden, Enstitünün çalışma alanlarına giren konularla deneme, uzmanlık ya da yayınlarıyla tanınmış yerli ya da yabancı kişilerdir ve yönetim kurulu kararıyla onursal üyeliğe seçilirler. Bunlar genel kurul toplantılarına davet edilirler, fakat seçim ve oylamalara katılmazlar.
Yönetim:
Enstitü organları şunlardır:
- Enstitü Genel Kurulu
- Enstitü Yönetim Kurulu
- Enstitü Yönetim Kurulu Başkanı (Enstitü Başkanı)
- Enstitü Genel Kurulu aşağıdaki üyelerden oluşur
- Seçilmiş Üyeler (asli)
6 öğretim üyesi, fakülte kurulundan
2 temel bilimler ve preklinik kesiminden
2 klinik küçük staj kesiminden
2 klinik büyük staj kesiminden
6 asistan
Kürsü asistan temsilcilerinin kendi aralarından ve öğretim üyeleri için belirtilmiş aynı kesimlerden seçecekleri ikişer asistan
6 öğrenci
Sınıf temsilcilerinin her sınıf için o sınıf temsilcileri arasından seçecekleri birer temsilci
- Tabi üyeler
- Onursal Üyeler
Genel Kurulu asli üyeleri, yukarıda belirtilen kaynaklardan, Ekim ayında ve iki yıl için seçilirler. Süreleri dolan üyeler tekrar seçilebilirler
Genel Kurul yılda en az iki kez Kasım ve Mayıs aylarında olmak üzere toplanır. Ayrıca yönetim kurulu kararı ya da asli üyelerin 1/3 isteği üzerine yılda iki olağan toplantıdan daha fazla toplantı yapılabilir.
- Enstitü yönetim Kurulu:
Genel Kurulun seçilmiş üyeleri arasından 3 öğretim üyesi, 2 asistan temsilcisi ve 2 öğrenci temsilcisi olmak üzere toplam 7 üyeden oluşur. Ayrıca 1 öğretim üyesi, 1 asistan temsilcisi, yedek üye seçilirler.
Genel Kurul, yönetim kurulu üyelerini Kasım ayında ve 2 yıl için seçer. Süreleri dolan üyeler tekrar seçilebilirler.
- Yönetim Kuruluna seçilmiş üyeler de üç gün içinde aralarında 1 Başkan ve 1 Genel Sekreter seçerler.
Görevler
- Genel Kurulun görevleri şunlardır:
- Enstitü çalışmalarını gözden geçirmek ve yapılacak çalışmalar yönünden görüşlerini belirmek.
- Enstitü amaçlarıyla ilgili konular hakkında karar vermek
- Yönetim Kurulu üyelerini seçmek
- Yönetim Kurulunca sunulmuş olan inceleme – araştırma sonuçlarını gözden geçirmek ve Fakülte kurulunda görüşülmek üzere karara bağlayıp Tıp Fakültesi Dekanlığına Sunmak
- Yönetim Kurulunun görev ve yetkileri şunlardır:
- Enstitü çalışma programını düzenlemek, çalışmalarını, yayın ve periyodiklerini yönetmek
- Enstitünün bütçe taslağını hazırlamak ve Tıp Fakültesi Dekanlığına Sunmak.
- Başkanlıkça getirilecek konuları görüşerek karara bağlamak
- Çağdaş Tıp Bilimlerinin yapısal örgütlenmesini ve bunun ülkemiz tıp fakülteleri arasında belirli ve ortak bir düzeyde uygulanmasında aracı olmak. Bunun için gerekli dinamik bir araştırma ve uygulama işlemlerini ülkemiz koşulları içinde uluslar arası düzeyde tutmak. Bunun için,
- Sağlık bilimleri eğitimine ilişkin bilimsel incelemeler yaptırmak
- Fakültemiz eğitim, öğretim ve araştırma faaliyetleri dökümlerinin incelenmesiyle bunların benzer kuruluşlardakilerle karşılaştırılmasına olanak sağlamak.
- Çağdaş gelişmelerin bizde uygulamalarını geliştirmek için öneriler hazırlamak
- Ulusal ve uluslar arası ilgili kuruluşlarla ortak toplantılara olanak hazırlamak ve benzer toplantılara katılmak.
- Enstitü işlerinin yürütülmesi için gerekli memurlar ve personel ihtiyaçlarını saptamak ve Tıp Fakültesi Dekanlığından tayinlerini talep etmek. Bu memurlar ve personellerle ilgili işlemler Yönetim Kurulunun karar alması ve bunu Tıp Fakültesi Dekanının onaylamasıyla gerçekleşir.
Mali Hükümler
- Enstitünün gelir kaynakları şunlardır,
- Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi bütçesine konacak ödenek
- Diğer devlet daireleri, mahalli idareler, kamu kuruluşları ve uluslar arası kuruluşlardan yapılacak yardımlar
- Bağışlar
- Diğer çeşitli gelirler
- Açılacak kurslar ve verilecek konferanslar için Yönetim Kurulu kararıyla saptanacak ücretler ödenebilir.
- Enstitü tarafından yayınlanacak teklif ve tercüme yazı ve eserler için Yayın Yönetmeliğinde belirlenmiş kurallara uygun ücret, Yönetim Kurulu kararıyla verilebilir.
- Enstitü bütçesinin tahakkuk amiri Yönetim Kurulu Başkanı ve ita amiri Tıp Fakültesi Dekanıdır. Yönetim Kurulu Başkanı, tahakkuk amirliği yetki ve görevini gerekirse yönetim kurulu üyelerinden birisine verebilir.
Geçici Maddeler:
- Enstitü İdari Enstitü Genel Kurulu Oluşup seçimler yapılıncaya kadar Tıp Fakültesi Kurulu tarafından seçilen 5 kişilik “Kurucu ve Geçici bir Yönetim Kurulu” tarafından sağlanır.
- Kurucu ve Geçici Yürütme Kurulu, enstitü çalışma düzeniyle ilgili iç tüzük tasarısını hazırlar.
VELİ LÖK MARATONU
Prof. Dr. Sait Ada
EMOT YK Başkanı
Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi,
Ortopedi ve Travmatoloji Öğretim Üyesi
25 Mart 2007
Günlerdir, hatta haftalardır ne yazabilirim diye düşündüm. Birlikte yaşanan anılar, elbette ilk akla gelenler; sonra onların içindeki duygular, bilimsel çalışmalar, iyi hekimlik, iyi öğretmenlik, hoşgörülük, sonrasında 12 Eylül ile yaşanan ayrılık ve gözyaşları; umudunu hiç yitirmeden, üniversite dışında öğrencilerinden kopmadan, bilimsel çalışmalar ve en yüce değer olan insana saygı ve sevgi ile iyilerin eninde sonunda kazanacağına dair ümitler.
Veli Hoca önce kendine, sonrasında bize hep umut ve ışık verdi, vermeye de devam ediyor. İçinden geçenleri duyumsayabiliyorum; 'Eğer inanırsam, öyle fazla gürültü koparmadan, kimseye zarar vermeden, bilimin ve aklın yolunda gidersem, belki biraz yavaş olur ama hedefe varırım.'
Asla, 100 metreci gibi hızlı koşup çabuk yorulmadı. İnatçı bir maratoncudur ve bize de hep maratoncu olmamızı önerdi ama lafla değil, eylemleri ile.
Asistanlık dönemlerindeki ve daha sonraki anılarımı kendime saklayarak, Veli Hocamızın El ve Mikro Cerrahi Hastanesi'ne katkılarını anlatmak istiyorum:
El ve Mikro Cerrahi, Ortopedi ve Travmatoloji Hastanesi (EMOT)'un kuruluş yıllarında zorluklar, belirsizlikler, acılar, parasızlıklar oldu. O hep yanımızda idi ve onunla zorluklarla baş edebilmeyi ve herkesi kabul etmeyi öğrendik. Atılım yapmamızı ve yenilikleri hep destekledi ama önemsediği en önemli şey, bilimsel gelişmemiz idi. Yayınlarımızı, toplantılarımızı hep izledi. Doçentlik ve profesörlük aşamalarında hep yanımızda oldu.
Hastalarla ilişkileri ve hastaların sorunlarına sahip çıkma becerisi, bize yol gösteren önemli bir özelliğidir. Hastaları, onun adeta kendi çocuklarıdır. Sorunlarını hep önemser, tüm yakınmalarını dinler ve çözüm bulmaya çalışır ve onlardan kendine ve bize öğretiler, hatta kuramlar bulur. Hiçbir insana ve özellikle hastaya güvensizlik duymaz, onları hep önemser ve kabul eder.
EMOT hastanesi bugün, onun istediği yolda, onun ilkeleri ile yürüyor. Pek fiyakalı ve medyatik değiliz. Tıpkı onun gibi, ama güçlüyüz, bilimin yolundayız, öğrenmeye ve öğretmeye hep açığız, ilkeliyiz ve insana saygı en yüce değerimiz. Yılda ortalama 3000'e yakın ameliyat sayısına ulaştık, birçok meslektaşımız bize konuk hekim olarak geliyor, haftalık düzenli toplantılarımız var, 24 saat aynı kalitede hizmet veriyoruz. Avrupa El Cerrahisi Derneği'nin eğitim kurumu (Traning Center) olarak gösterdiği ülkemizdeki tek hastaneyiz, arşiv ve kütüphanemiz oldukça geniş, fizyoterapi bölümümüz ve psikologumuzla hastaya bütüncül yaklaşmayı hedefledik.
Veli Lök toplantısının sekreterlerinden biri olmak, onun öğrencisi olmanın üstünde bir onur verdi bana. Bu onuru hep taşıyacağım. Ona armağan olarak verebileceğim şey, EMOT'un ilkelerinden sapmadan, Ortopedi ve Travmatoloji uzmanlığı veren bir kurum haline getirmek olacaktır. Bu maratonun hangi kilometresinde olduğumuzu bilemiyorum ama hayli yol aldık e ipi göğüslememize az kaldı. Daha nice yıllara değerli hocam.
HALKIN ÜNİVERSİTESİ PROJESİ
Prof. Dr. Ülkü BAYINDIR
Ege üniversitesi Rektörü
Bilim insanlarının, bildiklerini toplumla paylaşmaları gerektiğini, bilginin en kolay şekilde halkın yaşamına aktarılması ve onun yaşam düzeyinin iyileştirilmesi gerektiğini hocam Prof. Dr. Veli LÖK'ten öğrendim. Büyük bir üniversitenin yöneticisi olma durumuna gelince de, bir uzmanlar cenneti olan Ege Üniversitesi'ni halkla buluşturmak istedim.
Başlangıç çalışması olarak, 2001 yılında Ege Üniversitesi'nin sorunlarını çözmek amacıyla toplam 300 kişiden oluşan 40 çalışma grubu kuruldu. Profesöründen öğrencisine, bürokratından güvenlik görevlisine kadar; değişik kesimlerden kişilerin tamamen gönüllülük esasına göre çalıştıkları bu projeye, "Üniversitem Programı" adını verdik. 2004 yılında çalışma grupları görev sürelerini sonlandırdıkları zaman, Ege Üniversitesi çeşitli yenilikler kazanmıştı; Mezunlar Derneği kurulmuş, atıkların değerlendirilmesi ve öğrencilere burs olarak dönmesi sağlanmış, üniversitemiz Sürekli Eğitim Merkezi'ne kavuşmuş, kampus içi motorize devriyeler kurulmuş, Halkla İlişkiler Birimi yeniden yapılandırılmış, üniversitemiz logosu tescil edilmiş, İşbirliği Protokolleri İletişim Ofisi yapılandırılmış ve benzeri yenilikler hayata geçirilmişti. Ama tüm bunların yanında, "gönüllü çalışma" kavramının güzelliği bir kez daha anlaşılmış, mensuplarımızın kendilerine olan güvenleri artmıştı.
Bu deneyimden yola çıkarak, 2005 başında "Halkın Üniversitesi projesi"ni başlattık. Amacımız; içinde yer aldığımız 600.000 nüfuslu Bornova İlçesinde pilot bir çalışma yapmak, üniversitenin önderliğinde, Bornova'daki sivil toplum örgütleri ve kamu kurumları ile işbirliği içinde halkın sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak, onlara bilimsel destek sağlamak, onların üniversiteyi benimsemelerini ve sonuçta bilgi toplumuna dönüşmelerini sağlamaktı.
Bunun için Bornova'da bulunan 37 sivil toplum örgütü ve 7 kamu kurumuna çağrıda bulunduk. Üniversitemiz içinde bir koordinasyon birimi ve 2004 yılı içinde hizmete giren Murat Köşkü (Toplum Merkezi) içinde bir çalışma mekânı oluşturduk. Bornova Kaymakamı ve Belediye Başkanı'nın desteğini aldık. Toplantılarımız başladı. Kısa sürede Bornova'nın sorunlarını 8 ana başlık altında topladık ve her sorun için bir çalışma grubu kurduk. Bu gruplara, ilgili sivil toplum örgütü ve kamu kuruluşlarından gönüllüler katıldılar. Her bir çalışma grubunun başkanlığına, üniversitemizin o alandaki akademik biriminde görev yapan bir profesör getirildi. Ayrıca, her bir grubun dinamizmine katkıda bulunmak üzere, yine grubun konusu ile ilgili görev yapmakta olan bir doçent veya yardımcı doçentimiz de çalışma gruplarına yerleştirildi. Her bir grup, 8-11 kişiden oluştu. Grup üyeleri dışında bu çalışmalara sempati duyan ve destek vermek isteyen herkese katkı yapma olanağı sağladık.
Bornova'da, öncelikle ihtiyaç duyulan alanlarda çalışmak üzere oluşturduğumuz 8 çalışma grubu şöyledir:
- Bornova'nın Kent Yaşamının İyileştirilmesi Çalışma Grubu
- Bornova'da Sağlık Koşullarının İyileştirilmesi Çalışma Grubu
- Bornova'da Eğitim Çalışma Grubu
- Bornova'da Kültür - Spor Yaşamı Çalışma Grubu
- Bornova'da daha İyi Bir Çevre Çalışma Grubu
- Bornova'nın Sosyo - Ekonomik Kalkınması Çalışma Grubu
- Bornova'nın Öncelikli Destek Gerektiren Bölgelerinin Geliştirilmesi Çalışma Grubu
- Bornova'da Enerji Çalışma Grubu
Çalışma gruplarının, üyelerinin belirlenmesi ile birlikte, grupların işleyişini tanımlamak amacı ile Çalışma Grupları El Kitabı'nı hazırladık. Kitapçık içerisinde grupların çalışmalarını kolaylaştırmak üzere; Çalışma Grubu Prosedürü, Çalışma Takip Formu, Faaliyet Raporu, Sonuç Değerlendirme Formu, İrtibat Formu, İmza Listesi Formu, Toplantı Tutanak Formu ve Üyelik Formu'nu tanımlayarak yer verdik.
Tüm gruplar, Bornova'nın kalkınması için kendi ilgi alanları doğrultusunda pek çok proje ve çalışmayı hayata geçirdiler. Yine çok sayıda yeni etkinlik için de hazırlıklarını sürdürmektedirler. Son bir buçuk yıl içinde Halkın Üniversitesi projemiz kapsamında eğitim, sağlık, kültür, spor, ekonomi, kent yaşamı, çere bilinci, gibi alanlarda uygulanan ve uygulanması planlanan etkinliklerden kısaca bahsetmek istiyorum.
Bornova'da Kent Yaşamının İyileştirilmesi Çalışma Grubu
Bornova'yı yaşanabilir, güvenli, düzgün alt ve üst yapısına sahip, ortak çevre ve kentlilik değer ve varlıklarını koruma bilinci içinde, tarihsel dokusunu koruyarak, insanı eğitimli ve sağlıklı, yayalara saygılı, trafik kurallarına uyan, doğal afetlerin önlemi alınmış ve hazırlıklı modern bir kent yapısına kavuşturmak amacı ile çalışan Bornova'da Kent Yaşamının İyileştirilmesi Çalışma Grubu, kent yaşamını harekete geçirmeye yönelik projeleri uygulamaya koymuştur.
"Bornova İçin El Ele" İnternet Tartışma Platformu projesi ile grup; internet kullanabilen Bornovalıların görüşlerini, önerilerini yazabilecekleri, birbirleri ile deneyimlerini, duygu ve görüşlerini paylaşabilecekleri etkileşimli bir ortamı kullanıma sunmuştur. Muhtarlıklar ve üniversite üzerinden yapılan duyurular ile her geçen gün yeni üyeler platforma dâhil olmaktadır.
Deprem ve Afetlere Hazırlık konusunda grup tarafından gerçekleştirilen söyleşi, İzmir için güncelliğini ve hayati önemini hiç kaybetmeyen bir konuda, hem halkı bilgilendirme işlevi görmüş hem de yerel yönetimler için farkında lığı arttırıcı bir rol oynamıştır.
Kentlilik bilincinin geliştirilmesinde önemli bir rolü olan muhtarlara yönelik eğitimler de planlayan grup; bu kapsamda bilgisayar kullanımı, afetlere hazırlık, kamu yönetimi ve mevzuatı, yerel yönetimler-muhtarlar-sivil toplum kuruluşları arasındaki iletişim, kişiler arası iletişim, halkla ilişkiler ve Yerel Gündem 21 (YG21) konularında temel eğitimleri organize etmiştir. Bornova muhtarlarının büyük bir kısmı bu eğitimlere katılarak, program sonunda katılım belgelerini almıştır. Yine muhtarlık hizmetlerinin iyileştirilmesi için hazırlanan "Yerel Yönetime Mahalle Ölçeğinde Katılımın Sağlanması" ve "Bornova Muhtarlıklarının Web Sayfalarının Hazırlanması" projeleri de hayata geçirilmeye başlanmıştır.
Kent yaşamının iyileştirilmesi çalışmalarında, üzerinde önemle durulması gereken, engelliler için farkındalık yaratılması amacıyla, üniversitemiz desteği ile Engelli Sorunlarını işleyen ve EngelSİZ Misiniz? Sloganının birincilik aldığı afiş yarışmasını düzenleyen grup, afişleri önce üniversite, daha sonra Engelli Haftası kapsamında İzmir Büyükşehir Belediyesi Engelliler Masası Koordinatörlüğü aracılığıyla sergilemiştir. Ayrıca, Bornova'daki engelli okullarında eğitim gören gençlerin becerilerini, aktivitelerini ve hayata bağlılıklarını ifade eden bir fotoğraf sergisi projesi de önümüzdeki günlerde hayata geçirilecektir. Böylece, yine engelliler konusunda bir farkındalık yaratılmaya çalışılacaktır.
Üniversitemizin sosyal sorumluluğunu yerine getirmesi için oluşturduğumuz "Halkın Üniversitesi" projesi kapsamında, toplumsal kalkınmayı hedefleyen bir başka projemiz de "Kardeş Köy" projesidir. Bornova'da Kent Yaşamının İyileştirilmesi Çalışma Grubu'nun Bornova köylerine yönelik gerçekleştirdiği pek çok saha ziyaretinin ardından Karaçam Köyü, kardeş köy olarak seçilmiştir. Yaklaşık 700 kişinin yaşadığı, nüfusunun % 70'inin Bornova'daki sanayi kesimlerinde çalıştığı, nüfusunun % 20'sinin tarım, % 10'unun ise hayvancılıkla geçimini sağladığı Karaçam Köyünde yürütülen Kardeş Köy projesinde, şu ana kadar bir eğitim-seminer salonunun yapımı tamamlanmıştır. Önümüzdeki günlerde bu toplantı salonunda köylülere, kadınlara, çocuk ve gençlere yönelik sağlık, sosyal, kültürel, ekonomik, tarım-hayvancılık konularında seminerler, el beceri kursları, toplantılar, bilgisayar kursları vb. düzenlenecek olup, ayrıca genel sağlık ve ağız-diş sağlığı tarama ve eğitimleri vb. aktiviteler de planlanmıştır.
Bornova'nın Sağlık Koşullarının İyileştirilmesi Çalışma Grubu
Bornova'nın Sağlık Koşullarının iyileştirilmesi Çalışma Grubu, Yerel Yönetim-Üniversite-STK ve diğer ilgili kurum ve kuruluşların temsilcileri arasında birbirini destekleyici ve geliştirici ilişki ağları kurarak, Bornova İlçesinde yaşayanların sağlık düzeyini geliştirme hedefi ile Bornova çevresindeki ilköğretim okullarında Ağız-Diş Sağlığı Eğitimi ile çalışmalarına başlayarak, 1290 çocuğa eğitim vermişlerdir. Vedide Baha Pars İlköğretim Okulunda gerçekleştirilen Etkili İlaç Kullanımı ile Mimar Sinan Endüstri Meslek Lisesinde Gerçekleştirilen Gençlik Çağı Sorunları konulu panellerde öğrencilere ve eğitimcilere güncel bilgiler aktarılmıştır. Gençlik Çağı Sorunları adlı panelin tekrarı da grubun ilerideki çalışmaları arasında yeniden yer alacaktır.
Bu grup, sağlık alanında halkın bilgilendirilmesi, eğitilmesi ve daha bilinçli bireylerin sayısının arttırılması ile toplum kalitesinin yükseltilmesi için hangi çalışmaların öncelikli olacağının tespitine yönelik teknik gezi ve saha araştırması yapmıştır. Pilot bölge seçtikleri Bornova'nın Altındağ Mahallesinde yürüttükleri bu çalışmalar ile Sorun ve Hedef Analizleri yapmışlardır.
Gençlere olduğu kadar kadınlar üzerine de odaklanan bu grubumuz, Lider Kadın Projesi ile Altındağ gecekondu bölgesinde yaşayan 18-50 yaş arasındaki lider nitelikli kadınlara 10 günlük bir eğitim programı vermiştir. Eğitim programı toplum içinde konuşma ve yazma becerilerinin iyileştirilmesi, medeni kanun, gıda hijyeni, cenaze hizmetleri, ilk yardım, gecekondularda imar mevzuatı, üreme sağlığı, çocuk bakımı ve beslenme, bireysel hijyen, afetlerde korunma, sağlık hizmetlerinden yararlanma, toplumsal cinsiyet rolleri, dilekçe yazma ve belediye hizmetlerinin kullanımı konularını içermiş ve katılımcılara program sonunda sertifika verilmiştir. Lider Kadın Eğitimi projesi uzun dönemli planlanan bir proje olma özelliği taşımaktadır. Proje "Lider Kadın Temel Eğitimi" ve "Lider Kadın İleri Eğitimi" olarak düzenlenecektir. Bu eğitimler kapsamında kadınlarımıza Uygulamalı İlk Yardım Eğitimi, Üreme Sağlığı Danışmanlığı ve Eğitim Becerileri konularında da eğitimler verilecektir.
Eğitimler kapsamında, Çamdibi Kadın Danışma Merkezinde medeni hukuk ve kanun, kadına yönelik şiddet, kadın hakları ve çevre sorunları eğitimleri grup tarafından yürütülmüştür.
Evlilik öncesi danışmanlık programının bölgeye tanıtımının yapılması ve etkinliğinin arttırılması amacıyla, Ege Üniversitesi İzmir Atatürk Sağlık Yüksekokulu Ebelik Bölümü 4. sınıf ve Sağlık Memurluğu Bölümü 1. sınıf öğrencileri tarafından Evliliğe Hazır Mısın? Adlı oyun, Altındağ Merkez Mahallesi Kültür Merkezinde sahnelenmiştir.
Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) işbirliği ile yürütülmekte olan okuma-yazma kursları, 15 Aralık 2006 tarihinde başlamıştır. İlk program başarı ile tamamlanmıştır. Bu grubumuz Sağlık Temelli Toplum Kalkınması Projesi planlamaktadır.
Bornova'da Eğitim Çalışma Grubu
Bornova'da Eğitim Çalışma Grubu, Bornova'daki halkın yaşam boyu öğrenme yönünde teşvik edilmesi ve desteklenmesi çalışmalarını yapmaktadır. Bu amaçla Türkiye'de, babaların çocuklarının gelişiminde daha etkin ve olumlu bir rol oynamaları için geliştirilmiş bilimsel temelli bir eğitim programı olan Baba Destek Eğitimi Programı, on üç haftalık 15'er kişiden oluşturulan 3 grup ile yapılmıştır. Eğitim programına AÇEV, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ve Bornova Halk Eğitim Merkezi destek vermiştir. Bu program, halen Murat Aslantürk İlköğretim Okulu ile devam ettirilmektedir.
En etkili öğretmenlerin, her zaman öğrenen ve sürekli gelişim içinde olan kimseler olduğuna inanan grup, Öğrencilerin Ruhsal ve Fiziksel Sağlıklarının Korunmasına Yönelik Öğretmen Eğitimi ve Öğretmenlere, Okul Yöneticilerine Kişisel Destek Programı ile Öğretmenlerin eğitim almalarını sağlamıştır. Eğitimlere Bornova ilköğretim okullarından ve liselerden 200 öğretmen ve 100 yönetici katılmıştır.
Ülkemizin yarınlarında aydınlık yüzler görebilmek için, bugünden çocuklarımızı en iyi şekilde eğitebilmemiz gerekmektedir. Bu amaçla, ilköğretim çağı çocuklarının eğitimlerinin sürekliliğini sağlamak ve yaşam becerileri kazanmalarına destek olabilmek amacı ile İlköğretim Çağı Çocukları İçin; Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) Etkinlik Programlarıyla Eğitim Desteği adlı bir yaz etkinliğine katılınmış tır. Üçer haftalık 2 dönem halinde 7-16 yaş grubu 48 çocuğumuz bu kampta; bilgisayar, İngilizce, oyun atölyesi, yaratıcı drama, futbol, basketbol, satranç vb. alanlarda çalışmalara katılmışlardır. Grup ayrıca, Yoğun Göç Alan Bölge Okullarındaki Başarılı Ortaöğretim Öğrencilerine Burs ve Rehberlik Desteği adlı projesi ile 21 öğrenciye, Türk Eğitim Vakfı ve Türk Eğitim Derneği aracılığıyla burs desteği sağlanmıştır. Ayrıca, bu çocukların danışabileceği gönüllü rehberler, grup tarafından belirlenmiştir.
Grup, Birlikte Öğrenelim Eğitim Programı kapsamında, Okutan İlköğretim Okulunda öğretmen ve öğrencilere yönelik kişisel gelişime yönelik destek programını İlya Yayınevi işbirliği ile uygulamıştır. Programda hijyen, stres yönetimi, aile içi iletişim, üreme sağlığı hakkında periyodik seminerler verilmektedir.
Atatürk'ü doğru anlamak ve toplumu aydınlığa ulaştıracak Atatürkçü düşüncenin aşılanabilmesi için grup, "İçimizden Biri, Atatürk" konulu konferanslar düzenlemiştir. İlköğretimin 7. ve 8. sınıfları, ortaöğrenimin hazırlık ve lise öğrencileri ile üniversite öğrencilerinin katılımına açık olarak planlanan etkinliklere, yaklaşık 3000 kişi dinleyici olarak katılmıştır. Grup periyodik olarak bu etkinliklerine, ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü desteği ile devam etmektedir.
Sosyo-ekonomik yapının giderek değiştiği günümüzde, üniversitemize başka şehirlerden gelen öğrenciler; barınma, eğitim-öğretim araç gereçleri, iletişim, uyum vb. konularda sorunlarla karşılaşabilmektedirler. Bu sorunları en aza indirebilmek amacı ile grup, "Egece İmece" isimli bir projenin hazırlıklarına devam etmektedir. Proje ile başta ikinci el ev eşyası, eğitim-öğretim araç gereçleri olmak üzere, çeşitli gereksinimleri karşılamak, gençlerin iletişim ağını güçlendirmek ve Gençler-Üniversite-Bornova Halkı arasındaki dayanışmayı pekiştirerek, toplumsal sorumluluk bilincinin gelişmesine katkı sağlamak amaçlanmaktadır.
Haydi Kızlar Okula Kampanyası kapsamında, kızamık aşı günlerinde elde edilen kayıtlardan okula hiç kaydı olmayan kız çocuklarının aileleri ile iletişime geçilerek, kampanya hakkında grup tarafından bilgilendirilmişlerdir
Grup; Bornova İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Bornova Belediyesi ve Kaymakamlığı ve Genç Müteşebbisler JAYCESS Derneği'nin işbirliği ile Akciğerim Ak Kalacak; Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Savaş Derneği ile işbirliği yapılarak, Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı için Tiyatro ile Eğitim; Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile işbirliği yapılarak, Giysi Satışı İle Burs Sağlama projesinin planlanmasına devam etmektedir.
Bornova'nın Kültür-Spor Yaşamı Çalışma Grubu
Bornova'daki yoksul bölgelerde yaşayan halkın sosyal ve kültürel yönden desteklenmesi konusunda çalışan Bornova'nın Kültür-Spor Yaşamı Çalışma Grubu, Gazi'nin Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrasında İzmir'deki günlerini anlatan Gazi'nin İzmir Günleri adlı belgesel gösterimi etkinliği ile Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür ve Sanat Merkezinde yaklaşık 100 kişiye ulaşmıştır. Lise, üniversite öğrencileri ve STK temsilcilerinden oluşan yaklaşık 150 kişinin katıldığı Atatürk ve Spor adlı söyleşide, Atatürk'ün spora verdiği önem ve bilinmeyen yönleri üzerinde durulmuştur. Grup, son olarak Bornova ilköğretim okulları arasında ödüllerinin 23 Nisan 2007 tarihinde dağıtılacağı Atatürk ve Çocuk konulu resim yarışması düzenlemiştir.
Bornova ilköğretim okulları arası Naili Moran Atletizm Teşvik Yarışması ve ilköğretim okulları arası Cumhuriyet Kupası kros yarışması ile çocukların erken yaşta sporu sevmeleri ve spora olan ilgilerinin arttırılması amaçlanmıştır. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Bornova Belediyesi, Bornova Kaymakamlığı, Bornova Kültür ve Spor Vakfı, üniversitemize yarışmaların organizasyonunda destek vermiştir.
Grup, bilinçli tüketimin yaygınlaştırılması amacı ile Bornova Halkı Tüketici Bilinci, Tüketim Alışkanlıkları ve Kültürü konulu destek seminerini organize etmiştir. Bornova'da yeni açılan Forum Bornova Alışveriş Merkezinde düzenlenen etkinlik ile grup, pek çok tüketiciye ulaşmıştır.
Bornova'da Daha İyi Bir Çevre Çalışma Grubu
Bornova'nın çevre sorunlarına dikkat çekilmesi, iyileştirme önerilerinin geliştirilmesi ve halkının bilinçlendirilmesi amacıyla faaliyetlerini sürdüren Bornova'da Daha İyi Bir Çevre Çalışma Grubu, Bornova'nın doğal ve kültürel kaynaklarının saptanmasını içeren Bornova Master Planı'nı hazırlamıştır. Bu kapsamda, Bornova'nın Master Planı'na kaynak oluşturmak üzere, doğal ve kültürel kaynakların tespitine yönelik 2 lisans tezi yürütülmüştür.
Çevre üzerine tehlike oluşturan piller ile ilgili farkındalık yaratmaya yönelik Pil Toplama Kampanyası düzenlenmiştir. Pil toplama kampanyasına devam edilmektedir.
Çevre konusunda bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmaları kapsamında konferanslar dizini ile görsel ve yazılı basından yararlanılmıştır. Çevre konusunda öğrenci bilgilendirme ve bilinçlendirme toplantılarına çevre gündemine ilişkin günlerde (Dünya Su Günü vs.) devam edilmektedir. Bornova'da ilköğretim okullarında konferanslar verilmesi çalışmalarına başlanmıştır. Üniversitemizin Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi'nin de desteği ile bu konferanslar periyodik olarak düzenlenmeye devam edilecektir. Ayrıca, bilgilendirme çalışmaları kapsamında, Üniversitemizin İletişim Fakültesi işbirliği ile çocukların çevre konusunda bilinçlendirilmesi için çizgi film ve kısa slogan çalışmaları planlanmaktadır.
Ağaç dikme etkinlikleri kapsamında grup, üniversitemizin 50 yıllık geçmişini sembolize etmesi için, bir 50.Yıl Anı Ormanı'nın oluşturulması çalışmasına devam etmektedir.
Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma Ve Uygulama Merkezi, 5-7 Nisan 2006 tarihlerinde Roma'da FAO tarafından düzenlenen "Kent ve Kent Çevresi Yeşili (Ormanı) Batı ve Orta Asya" konulu çalışmaya bir rapor ile davet edilmiştir. Grup başkanı, Kent Yeşili Yararları ve Sosyo-Ekonomik Fırsatlar konusunda, Halkın Üniversitesi projesi ile ilişkilendirerek sunum yapmıştır. Ülke temsilcileri ve FAO temsilcilerinin katıldığı toplantıda sunum içeriğinde bahsedilen Halkın Üniversitesi ve YG21 çalışmalarında, halk ve üniversite işbirliği üzerinde durulmuştur. Halkın Üniversitesi Çalışmaları, örnek bir çalışma olarak Roma'da kabul görmüştür.
Kasım 2005 tarihinde Kuşadası'nda düzenlenen Avrupa 10. Ekoloji Kongresinde grup üyeleri stant açarak, kendi etkinlikleri ve Halkın Üniversitesi projesi hakkında bilgilendirme yapmışlardır.
Ege Bölgesi Sanayi Odası işbirliği ve Avrupa Birliği desteği ile çevre bilincinin oluşturulması çalışmalarında grubumuz katkı sağlamıştır.
Uluslar arası STK Kuruluşları Zirvesi'nin planlanması ve organizasyonun yürütülmesi aşamalarında katkıda bulunan grubumuz, etkinlik süresince tanıtım standı açarak çalışmaları hakkında bilgilendirme yapacaktır.
Bornova'nın Soyso-Ekonomik Kalkınması Çalışma Grubu
Bornova'da yaşayanların gelir, istihdam ve dolayısı ile refah düzeyini arttırabilecek çalışmaların belirlenmesi ve bu çalışmalara yönelik kaynak yaratılması amacını taşıyan Bornova'nın Sosyo-Ekonomik Kalkınması Çalışma Grubu, ilk olarak AB Katılım Sürecinde Bornova'da Sanayi ve KOBİ'ler: Mevcut Durum-Fırsatlar-Destekler konulu paneli gerçekleştirmiştir. Ege Otomotivciler Derneği (EGOD) Konferans Salonu'nda düzenlenen etkinlikte Bornova'daki iş dünyası ve üniversiteden katılımcılar AB sürecinde karşılaşılan sorunlar ve çözüm önerilerini tartışmışlardır.
Bu grubumuz, kadınların toplumun sosyo-ekonomik yönden kalkınmasındaki öneminin bilincinde olarak, Bornova'da Yaşayan Kadınların Yaşadığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri ile Kadınlara Yönelik El Sanatları Kursu adlı iki etkinliği de hayata geçirmiştir. Bornova'da Yaşayan Kadınların Yaşadığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri konulu panel ile Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür ve Sanat Merkezi'nde bir araya gelen kadınlar, karşılaştıkları sorunları, engelleri tartışmış; kendilerini nasıl geliştirebilecekleri ve aktif iş yaşamında nasıl yer alabilecekleri konusundaki fikirlerini paylaşmışlardır. Etkinliği Üniversite, Bornova Belediyesi, Bornova halkı, Bornova'da ve İzmir'de faaliyet gösteren kadın kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan yaklaşık 70 kişi katılmıştır.
Bornova'nın Sosyo-Ekonomik Kalkınması Çalışma Grubu, Kalkınma Ajansı işbirliği ile düzenleyecekleri ve uyuşturucu ile mücadeleyi içeren Sağlıklı Yaşam Konferansı'nın planlama çalışmalarını yapmaktadır. Grup, Kalkınma Ajansı ve Bornova Belediyesi ile ortaklaşa yürüteceği başka projelerin hazırlıkları içindedir.
Bornova'nın Öncelikli Destek Gerektiren Bölgelerinin Geliştirilmesi Çalışma Grubu
Bornova'daki yoksul bölgelerde yaşayan halkın sosyal ve kültürel yönden desteklenmesi alanında faaliyet gösteren Bornova'nın Öncelikli Destek Gerektiren Bölgelerinin Geliştirilmesi Çalışma Grubu, sosyo-ekonomik olarak sorunlu olan Mevlana Mahallesinde çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Bu kapsamda Mevlana Mahallesinde sorun tespitine yönelik iki saha araştırması yapılmıştır. Grup, muhtarların kişisel gelişimi ve eğitimi konusunda, özellikle de Mevlana Mahallesi Muhtarımızın "Halkla İlişkiler", "İletişim" ve Kriz Yönetimi" gibi konularda eğitime ihtiyaç olduğunu belirlemiştir. Mevlana Mahallesi'nin Entegre Kalkınma Projesi'nin hazırlanması ve bu amaca yönelik olarak bir moderatör (kolaylaştırıcı) başkanlığında Stratejik Plan Çalışması'nın Yapılmasının ve bu çalışmaya mahalleden ve Halkın Üniversitesi Çalışma Grupları'ndan katılımın sağlanması girişiminde bulunulmuştur. Mevlana Mahallesi'nde "Festival veya Şenlik" benzeri bir sosyal ve kültürel etkinlik yapılması konusunda çalışmalar başlatılmıştır. Mevlana Mahallesi'nin sadece 1 okulu olduğu ve çok yetersiz olduğu, 200 - 300 çocuğun okul için diğer bölgelere gitmekte olduğu, kanalizasyon sorunları olduğu, fare sorunları olduğu, ortalıkta çok sayıda at/eşek dolaştığı ve çevreyi kirlettiği, ulaşımda ciddi sorunlar olduğu, sağlık/aile planlaması konusunda bir şeyler yapılması gerektiği, çevre düzenlenmesi ve temizlik konusunda çok şey yapılması gerektiği tespit edildi ve mahallenin demografik ve sosyo-ekonomik durumu hakkında durum raporu hazırlandı. Grup Mevlana Mahallesi için entegre bir proje üretmekte ve mahalleye yönelik sosyal etkinlikleri planlamaktadır. Grup, ayrıca bir radyo programı ile çalışmaları hakkında kamuoyuna bilgilendirme yapmıştır.
Bornova'da Enerji Çalışma Grubu
Bornova'da enerji kaynakları, verimliliği ve yönetimi alanında çalışan Bornova'da Enerji Çalışma Grubu, enerji eğitimi çerçevesinde doğalgazla ilgili olarak, Üniversitemiz Kampusü'nde bir panel ve Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür ve Sanat Merkezi'nde halka açık bir Bilgilendirme Toplantısı düzenlemiştir. Bilgilendirme toplantısında katılımcılara, doğalgaza ilişkin eğitici ve tanıtıcı bir broşür dağıtılmıştır. Bu etkinlikler ile grup, yaklaşık 300 kişiye ulaşmıştır. Bornova'da doğalgaz ile ilgili gelişmelerin tartışılacağı yeni bir halka açık bilgilendirme toplantısı planlanmaktadır. Ayrıca, grup başkanı tarafından Sky TV'de Kent ve Yaşam isimli programda enerji ile ilgili kapsamlı bir bilgilendirme konuşması yapılmıştır.
Enerji demonstrasyonu açısından, Pasif Sistemle Güneş Enerjisi ile Isıtılan Sosyal Konut Projesi'nin hayata geçirilmesi için gerekli girişimler başlatılmış olup, bilgilendirme, kaynak ve destek arayışları grup tarafından sürdürülmektedir.
Doğalgazla ilgili olarak, İzmir'de ve bölgede oluşacak ihtiyacı karşılamak üzere gerekli ara insan gücünün Ege Üniversitesi'ne bağlı bir Meslek Yüksekokulu bünyesinde program açılarak sağlanabilmesi için çalışmalar başlatılmış olup, gerekli hazırlıklar yapılarak sürdürülmektedir. Bu konuya ilişkin bir Ön Proje hazırlanmıştır.
Grubumuz, Pasif Sistemle Güneş Enerjisi İle Isıtılan Sosyal Konut Projesi, doğalgazla ilgili olarak İzmir'de ve bölgede oluşacak ihtiyacı karşılamak üzere gerekli ara insan gücünün Ege Üniversitesi'ne bağlı bir Meslek Yüksekokulu bünyesinde program açılarak sağlanması projesi, farklı enerji türlerinin tanıtılması eğitim projesi ile Arşimed Genç Kâşifler Bilim ve Çocuk Evi Projesi üzerinde çalışmalarını devam ettirmektedir.
Grup, enerji tasarrufuna ilişkin halkı bilgilendirici broşür hazırlamakta, üniversitemizin Nükleer Bilimler Enstitüsü Türk Sanat Müziği Korosu'nun vereceği Enerji Tasarrufu'na dikkat çekici bir konser planlamaktadır.
SONUÇ
Görüldüğü gibi Ege Üniversitesi; eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, topluma sunulan genel hizmetler (hastane vb.) gibi rutin üniversite görevleri yanında, doğrudan halkın gündelik yaşamına bir şeyler katma çabası içindedir. Bu çalışma grupları içinde yer alan, koordinasyon sağlayan ve onlara destek veren çok sayıda gönüllü insan ve kuruluş, özveri içinde ve yaptıklarından keyif alarak çalışmaktadırlar. Bu proje tamamlandığında çok daha kapsamlı işler gerçekleştirilmiş olacaktır.
Bizlere bu konularda örnek olanlara teşekkürlerimiz ve saygılarımızla.
Guernica Tablosu ( Pablo Picasso )
Prof. Dr. Ahmet Turan AYDIN
24.12.2006, Antalya
Veli Hoca’nın muayenehanesindeki çalışma odasına girdiğinizde, duvarlarda çok sevdiği, önem verdiği resimleri ve tabloları görürsünüz. Bu tablolarından birisi Pablo Picasso’nun ölümsüz resmi “Guernica” tablosudur. 1937 yılında, Nazi pilotlarının İspanya iç savaşında bir Bask kasabası olan Guernica’ya yaptıkları hava bombardımanları sonucu ölen 1600 sivil ve yaşanan ilk sivil katliam anısına yaptığı bir resimdir. Bu barbarlık, bütün dünya insanlığını sarsmış, kübist ressam Pablo Picasso’yu müthiş etkilemiştir. Bu trajik olay, bu sırada Paris’te yaşayan Picasso’nun ruh halini ve sanatını derinden etkileyecek ve “Guernica” tablosunu yapmaya karar verecektir. Sanrılı ve karanlık bir kasabanın kübist temsili olan bu tablo, savaşın acımasızlığı ve savaşın sonuçlarının evrensel bir simgesi olacaktır.
Veli Hoca’nın önem vererek duvara astığı bu tablonun, unutamadığım ilginç öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum:
Mart ( 12 – 18 ) 1990’da hocam ile birlikte bir hafta süren bir İtalya seyahati yaptık. Seyahatimizin amacı, İtalyanların tasarımladığı burgulu protezi ve uygulamalarını, İtalya’da düzenlenmiş bir seminerde izlemek ve cerrahi uygulamasını da protezin tasarımını yapan Prof. Dr. Carlo Celllea’nın çalıştığı Gervasutta Hastanesinde (Udine) görmekti. Ancak seyahatimizi Bologna’da Rizzoli Enstitüsü ve Prof. Dr. Mario Companacci’yi ziyaret ile birleştirdik. 12.03.1990 tarihinde İstanbul’dan Venedik’e uçan Alitalia uçağı ile İtalya’ya uçtuk. Kısa süren bir karayolu seyahati ile Udine’ye vardıktan sonra, şehrin lüks otellerinden Astoria Oteline yerleştik. Ertesi gün Gervasutta Hastanesi’ni ve Prof. Dr. Carlo Callea’yı ziyaret ettik ve ameliyathanede bizim için hazırlanmış ameliyatları seyrettik (Resim 1). O geceyi otelimizde geçirdikten sonra, ertesi gün tren ile Venedik’e gittik. Venedik’te yayan, zaman zaman da kanallarda seyreden taşıtlara binerek San Marco meydanına kadar önemli bulvar ve caddeleri gezdik. Bir Trattoria’da çok güzel bir öğle yemeği yedik (Resim 2). Ben eşim Asuman’a, hocam da gelin adayına, Murano yapımı cam takılar aldık. Hocam her zaman benim bu konudaki zevkimi ve danışmanlığımı över ve gelininin o takıları uzun zaman keyifle taktığını söyler. Öğleden sonra Bologna’ya giden hızlı trene bindik. İtalya seyahatimiz boyunca, sıklıkla trenleri kullandık ve trende geçirdiğimiz süre içerisinde ülke sorunları ve mesleğimizle ilgili çok derin sohbetler yaptık. Bu sohbetlerde bugün kurumsallaşmış olan “Artroskopi Kursları”nın temelini attığımızı ve ilk program örneklerimizi hazırladığımızı söyleyebilirim. 6–7 Nisan 1990 tarihinde yapacağımız ve Pinder’in (Freeman Hastanesi-İngiltere) katılacağı ilk diz protezi kursunun programını da bu tren seyahatlerinde oluşturduk.
Udine’de bize ev sahipliği yapanlar, sadece Bologna biletinin rezervasyonunda yardımcı olmuşlardı. Bologna’da kalacağımız oteli belirlememiş ve rezervasyon da yaptırmamıştık. Bunda biraz da benim İtalya’yı biliyor olmam ve bu konuda kendime güvenim etkili oldu. Bologna tren garının karşısında oteller olduğunu ve vardığımızda da yer bulacağımıza emindim. Hocam da benim deneyimime güveniyordu. Saat 23:00 civarında Bologna garına vardık. İlk bakışta gardaki aşırı kalabalık dikkatimizi çekti. Ancak nedenini anlayamadık. Mevsim için olağanüstü bir kalabalıktı. Hocamla birlikte dinlenme salonuna geçtik. Ben hemen garın karşısında olan ve ışıkları gözüken en yakın otele gittim. Ön bürodaki memura boş oda istediğimi söyledim. Erkek olan görevli biraz tebessüm ederek, ne kendi otellerinde, ne de Bologna’da boş oda bulabileceğimizi söyledi. Şaşırmıştım. Nedenini sordum. Görevli gülerek, Komünist Partisi’nin Olağanüstü Kongresi’nin olduğunu ve tüm İtalya’nın bugünden itibaren bir hafta Bologna’da olacağını söyledi. Şaşırmış ve yorgun olduğum için de üzülmüştüm. Yalnız olsam, sabaha kadar istasyonda bir kanepede yatar ve ertesi gün de Rizzoli’ye gidebilirdim. Ancak durumu hocaya nasıl anlatacak nasıl kurtaracaktım. Görevliye tekrar nerede yer bulabileceğimi sordum. Bana Modena’ya gidebileceğimizi ve orada yer bulabileceğimizi önerdi. Büyük bir hayal kırıklığı ile geri döndüm. Şimdi tren istasyonundaki anormal kalabalığın nedenini anlamıştım. Veli Hocama durumu açıkladım ve yakın bir telefon kulübesine giderek, telefon rehberinin sarı sayfalarından Modena’yı bulup, rasgele bir otel seçerek, iki oda rezervasyonu yaptım. Şansımız bize yardım etti ve hemen Modena’ya gidecek olan trende bilet bulabildik. Yaklaşık bir saat süren yolculuk sonrası, gece bir civarında Modena’daki otelimize ulaştık ve yerleştik. Bu durumu hep sıkıntı ve üzüntüyle anarım. Durumumuzu Antalya’da yer bulamayıp konaklamak için Burdur’a gitmeye benzettim. Bir de otele bir gece için verdiğimiz yaklaşık 100 $’a yanarım.
Sabah kahvaltısından sonra, telefonla Rizzoli’yi arayarak, ziyaret için geleceğimizi bildirdim. Daha önce de yazışarak geleceğimizi bildirmiştim. Tren yolculuğuyla Bologna’ya tekrar döndük. Hemen garın karşısında kalkan ve doğrudan Rizzoli’ye giden belediye otobüsüne bindik. Öğleye yakın bir saatte patoloji laboratuarında Picci ile buluştuk (Resim 3). Campanacci için ertesi güne randevu aldık. Picci bize enstitüye yakın bir pansiyon ayarladı. Taksi ile pansiyona geçip, kısa bir süre dinlendikten sonra, yürüyerek ve çevreyi keşfederek, “Piazza Maggiore”ye indik. Bologna’nın tarihsel dokusu, Veli Hocamı çok etkiledi. Gündüz saatlerinde olağanüstü bir durum yoktu. Piazza Miaggiore çevresindeki sokak ve mağazaları dolaştıktan ve akşam yemeği yedikten sonra, tekrar “piazza Maggiore”ye döndük. Karşılaştığımız manzara bizi hayrete düşürdü. Meydanın tam ortasında büyük bir çadır kurulmuş ve içerisine de sınıf düzeninde sandalye yerleştirilmişti. İçeride oturanlara dev bir televizyon ekranından konuşmalar aktarılıyordu. Sorduk ne olduğunu. Bize şu anda Komünist Partisi’nin önemli bir tüzük kurultayı yaptığını ve televizyonda gördüğümüz konuşmaların da kapalı spor salonundan naklen yapıldığını söylediler. Çok heyecanlanmıştık. Hocam da aynı şeyi düşünmüş olsa gerek; şaka yollu birbirimize takıldık. Bizi gören, Türkiye’den kongreye delege olarak gelmiş olduğumuzu düşünürler diye birbirimize şaka yaptık. Çadırdan dışarı çıkarak çevreyi dolaşmaya başladık. Çevrede kitap, tablo, hediyelik eşya ve yiyecek satan seyyar satıcı vardı. Kitap ve resim satılan bir yerden, hocam severek duvarına astığı “Guernica” tablosunu aldı. Bu tablo bana, her zaman bu ilginç tesadüfü ve anılarla dolu seyahati hatırlatır.
Hocamla birlikte yaptığımız bu seyahatin anıları, her zaman belleğimde tazeliğini korumakta ve birçok detayını dün gibi hatırlamaktayım. Trenlerde yaptığımız uzun seyahatler boyunca yaptığımız konuşmalar; bugün gerçekleştirdiğimiz birçok projenin başlangıcını oluşturması açısından da anlam taşımaktadır.
LÖK İLE DAĞLARCA
Prof. Dr. Şadan GÖKOVALI
Yapımcı ve yönetici olduğum yıllarda (1966-1980), hemen her konuda uzman görüşlerini yansıtmaya önem verdim.
Ortopedi ve travmatolojide, hemen tek danışmanımız Prof. Dr. Veli Lök idi. Konunun bilimsel otoritesi olduğu gibi, halkın anlayacağı bir dil kullanmaya özen gösterirdi
Gökova'da limon bahçesi tesis etmeye çalışırken, hem bedenimi yormaya, özellikle de sağ dirseğimi yormaya başlamıştım. Programa bir gelişinde Veli Hoca'nın dikkatini çekti bu durum.
Hemen:
- Bu bursit (yani kese şişmesi)'dir. Biz buna "tenisçi dirseği" deriz, dedi.
Rahatsızlığımı unutup, borsanın "kese", "bursit" in de "kese şişmesi" demek olduğunu öğrenmiştim. Müthiş bir kazançtı bu benim için. Demek "borsa" buradan geliyordu.
Ama konum o değil. O yıllar Salihli'de "şiir ikindileri" olmak üzere, çeşitli sanatsal etkinlikler düzenleniyor; Başkan Zafer Keskiner ile birlikte Salihli'de sanatı fırtına gibi estiriyoruz.
Nice şairi, sanatçıyı getirmişiz bu "sanat başkenti" ne.
Aklım fikrim, 'Yaşayan En Büyük Türk Şairi' Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı getirebilmekte.
Büyük şairimize (Doğum 1914) üç tarih öneriyorum, sonuncuyu kabul ediyor. Ben müthiş heyecan içindeyim. Ama en yakın arkadaşlarım bile "hadi canım sen de" diyorlar. "Dağlarca Salihli'ye gelir mi hiç?"
Saptadığımız tarih, 16 Nisan 1988 Cumartesi. Dağlarca'ya iki kişilik bilet göndermişim. O 'tarihsel' gün yaklaşıyor. Telefondaki sesinden seziyorum ki, Dağlarca gelmeye pek istekli değil. Karşı çıkılmaz özür olarak, ayaklarındaki kireçlenmeyi gösteriyor. Birden aklımda bir fikir çaktı:
-Öyleyse büsbütün gelmek zorundasınız; Çünkü ülkemizin en büyük kireçlenme uzmanı Prof. Dr. Veli Lök, İzmir'de.
Evet, 15 Nisan Cuma Akşamı, üstat Dağlarca, edebiyat tarihçisi Mahir Özcan'la birlikte indi otobüsten. Yanımdaki genç kızlardan ikisi, derhal Dağlarca'nın koluna birer koluna girdi. Dünyaca ünlü şairimiz ne diye hayıflandı biliyor musunuz?
- Neden benim yalnızca iki kolum var?..
Çok geçmeden, birlikte olduğumuz kişilere şöyle dedi Dağlarca:
- Gelmezdim ama Gökovalı'ya mukavemet mümkün değil.
Arabaya atlayıp, Lök Hoca'nın Karataş'taki evine ulaşıp, Dağlarca'yı dağlarca ortopedist Veli Lök'ün mahir ellerine teslim ettik. Bu öylesine yararlı oldu ki; İzmir'de ve Salihli'de bulunduğu süre içinde kireçlenmeden hiç yakınmadı koca şair.
İKİ BARIŞÇI İLE.
Veli Hoca benin, ülkemin taşına toprağına tutkun olduğumu bilir.
Bir ara, Dünya Barış Künyesi'nden bir bay, bir bayan geldi İzmir'e.
Onlar İzmir'de Hoca'nın konuklarıydı. Birlikte çeşitli yerleri, bu arada Efes'i gezdik. O kişilerden aylarca, yıllarca mektuplar alıp durdum.
İşte bu benim, Prof. Dr. Veli Lök'e "armağanım".
Sınıf Arkadaşım Veli Lök
Prof. Dr. Nuran HARİRİ
25-26 Aralık 2006 günleri Konak Belediyesi; Dil Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ve Beştepeler Lisesi benim doğum günüme gönderme olarak, "Nuran Hariri 75 yaşında" başlıklı bir etkinlik düzenlemişti.
Kendi kendime acaba benim yetmiş beş yaşında olduğumu nereden öğrendiler diye soruyordum. Sonra etkinlikteki konuşmacılar arasında Veli Lök adını duyunca tamam, Veli benim sınıf arkadaşım olduğu için herhalde dedim. Eğer beni kürsüye çağırırlarsa, Veli ile aynı sınıfta olsak da onun yaşça benden büyük olduğunu, benim nüfusun biraz erken tarihli çıkarıldığını söyleyecektim. Gün geldi; Veli kapıdan içeri girdi. Birde ne göreyim Veli "turp" gibi. Tabii benim plan suya düştü, ikimizde tamamı tamamına yetmiş beşer yaşındaydık ne mutlu bize. Sınıf arkadaşlarımızın birçoğu, maalesef aramızda değildi artık. Veli kadirşinas konuşmasının bir bölümünde şunları söylüyordu: "İzmir Atatürk Lisesi yatılı öğrencileri olarak, İzmir Kız Lisesini ziyaret etmiştik. Hepimiz heyecanlı idik. Herkes en iyi giysilerini giymiş, olabildiğince süslenmiştik. Tıraşlar olunmuş, saçlar taranmıştı. Sanki farklı bir dünyaya giriyorduk. Aslında bu ayrımın neden yapıldığına ilişkin tarihi bir gerekçe bulamıyorduk. Ortaokulu karma okumuştuk. Buca Yatılı Okulu'nda pekâlâ güzel seviyeli arkadaşlıklar kurabiliyorduk kız arkadaşlarımızla. Tekrar o heyecanlı güne dönelim: Bir salona alındığımızı hatırlıyorum. Çevremizde yine kız öğrenciler yoktu. Derken öğretmenlerimiz kısa konuşmalar yaptılar. Kız Lisesi Müdürü Vedide Baha pars çok güzel konuşan, fizik olarak da çok güzel bir bayandı. Sonra şiirler okunmaya geçildi. İşte o zaman Nuran'ı herkes tanıdı. Çok güzel şiir okuyordu. Tabii ki bizler, daha çok güzelliğine bakıyorduk. Sınıf arkadaşlarımın günlerce onu konuştuklarını biliyorum. Ayrıca, birde küçük grup halinde İngilizce ve Türkçe şarkı söylediklerini hatırlıyorum."
Şimdi dönüp, o bildiğiniz ciddi, vakur, reis kılıklı Veli Lök'ün az biraz yere bakan tarafı yok muydu diye sorsam ne dersiniz? Sanatkâr ruhlu yaratılışı gereği - kendisi keman üstadıdır - içinde bazı dalgalanmalar olsa dahi, bunun ciddiyet ve vakarını hiç etkilememiş olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. 1950 yılında liseyi bitirdikten sonra, i. Ü. Tıp Fakültesi'nde "Tıbbiyeli" olarak karşılaşmamızı şöyle anlatıyor: "Nuran çok çalışkan bir öğrenci idi. Sınıfımızın en güzel kızlarındandı. Erkek öğrencilerin çok ilgisini çekerdi, ancak o herkese eşit mesafede dururdu." Herkese eşit mesafede durma meselesinde haklıydı. Şu erkek milletine fazla yüz vermeye gelmezdi! Ben çevremdeki kız öğrencileri teşvik eder: "Hadi getirin testereleri, kadavranın kemiklerini kendimiz inceleyeceğiz" derdim. Herhalde böyle işlerde erkek kuvvetine müracaat edecek değildik!!!
Mezun olduktan sonra ikimiz de Ege Üniversitesi'ne gelmişiz. Veli; Ortopedi-Çocuk Cerrahisi Kliniği'ne, ben de Fizyoloji Enstitüsü'ne asistan olarak. Akademik faaliyetimize seçtiğimiz yolda devam etmişiz. Ben onun ortopedist, o da benim sinirbilime eğilimli bir fizyolog olduğumuzu biliyorduk. Ben onun faaliyetini mercek altına alabilmek için "derin" yollardan "curriculum vitae" sini ele geçirdim! Aman Allah'ım! Yapmadığı araştırma, üye olmadığı dergi, yayın kurulu, almadığı ödül kalmamış. Mesela onun bir alâmetifarikası: "Torture" dergisi yayın kurulu üyeliği (Danimarka). Daha birçok yayın kurulu üyeliği sayabiliriz. Ama İ Ş K E N C E de ve orda dur! Sonra kendisi için de bir işkence sayılabilecek 1402 sayılı yasa ile görevden alınma. Kendisi sol eğilimli bir arkadaşımızdır. Diğer sol eğilimli Eğitim Enstitüsü sürgünü dostlarla bir akşam bir dost meclisinde bulunmuştuk. Değerli eşi bütün arkadaşları yüreklendirircesine: "Bu sizin şeref madalyanız hiç üzülmeyin" demişti. Değerli Hanımefendi irfan sahibi bir insandır. Yurtdışı faaliyetinde Veli'ye katılır, otel odasını yuvaya çevirirmiş diye duyardım. Galiba Simone de Beauvoir da Jean-Paul Sartre için böylesi bir rol üslenirmiş. Ama Veli'nin faaliyeti gittikçe hızını arttırdığından, Hanımefendi biraz mola veresiyeymiş. 1402'den şöyle söz ediyor Veli:
"Ben 1402'lik bir öğretim üyesi idim. Üniversiteye giremezdik. Birçok arkadaşlarımız bizimle karşılaşmak istemezdi. İşte böyle bir ortamda Nuran'dan bir telefon aldım. Beni muayenehanede ziyarete gelecekti. Benim için çok büyük mutluluktu sevinçle doldum. Geldi birlikte anılar paylaştık. Hayatımda unutamadığım olaylardan biri idi. O zaman, 12 Eylül'ün kurduğu baskıcı ortamda, bu ziyaret kendisi için riskli bir davranış, gerçek bir cesaret işi idi. Ben şairleri cesaretli kişiler olarak bilirim. Bu bakımdan bu hareket onun yapısına çok uymaktaydı. Sonra biz 1402'likler mücadele vererek tüm haklarımızla üniversiteye döndük. Kendisini sıkça ziyaret eder, çoğunlukla değerli eşini de orada görür birlikte sohbet ederek kahvelerimizi içerdik." Ben de o günlere ait bir not düşmüşüm günlüğe, aslında pek âdetim değildir günlük tutmak ama şöyle yazmışım: "1402'lik sınıf arkadaşım Veli Lök'ün üniversiteye geri dönüşü münasebetiyle odasına uğradım." Biz diyordum kendi kendime, aynı sınıftayız ya hangimiz daha 'büyük adamız' acaba? Sonra kendi büyüklüğümde karar kılarak, bir moral eğitimi çektim özüme. Ben dedim, şairim ayol! Baktım şiirde ekmek yok mizah yazarıyım (!) O da sökmezse 'çıktık açık'ın soprano partisyonunu yanlışsız okuyabilirim. Ve başladım okumaya:
Çıktık açık alınla
Hamama girdik nalınla
Yıkandık temizlendik
Mis kokulu sabunla
Veli öyle dinledi kaldı, "Sekiz yıl sonra üniversiteye döndüğümde, başka bir ülkeye gelmiş gibiyim" dedi. "Ama" dedim, "yalın ayak gelmedin ya", "Ha evet! Takunya mı giyecektik?" deyince, "siyaset yok" dedim, "nalın diyeceksin!"
Veli Lök'ün kazandığı ödülleri kısaca hatırlayalım:
İnsan Hakları Ödülü, Bilses Vakfı İzmir - 1998. Akif Şakir Şakar "Bilimsel Ödülü" 1997 Klinik Çalışma Dalında Birinci (Türk Ortopedi ve Travmatoloji Derneği İstanbul 1939) İstanbul Tabip Odası "İnsan Hakları" ödülü, 2000. İstanbul Tabip Odası 2000 yılı "Sevinç Özgüner" Barış Demokrasi ve İnsan Hakları Ödülü.
1956-1958 yılları arasında Veli Lök yedek subay olarak askerlik görevini yapmaktadır. Zeki Müren ve Dr. İrfan Doğrusöz devre arkadaşlarıdır. Kendilerine bir çalıp söyleme önerisi gelir ki, Veli bunu şöyle anlatır: "Zeki Müren bizi şöyle bir imtihan etti, sonra olur dedi, ben bu arkadaşlarla çalışırım."
Bir de çoğu kimsenin bilmediği bir husus var: Askerlik sonrası Prof. Hayrullah Kocaoğlu'nun yanında, 4 aylık asistanlık (volanter) çalışmasından sonra, işsiz kaldığı dönemde, Kocaoğlu'na kırgınlığı yüzünden Veli her işi yamyassı bırakıp, keman elinde Anadolu turnesine çıkmayı tasarlar. Ama muhterem Hanımefendi buna karşı koyar. Şöyle mi demiştir acaba "hop, hop yavaş ol bakalım, ben bir doktorla evlendim çalgıcıyla değil!"
Ben kemanını dinlemedim, ama müzikte de hekimlik mesleğinde olduğu kadar başarılı olabileceği kanaatindeyim. Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. Nice ödüllere sevgili Veli.
Mutluluk ve sağlık dileklerimle.
İşkence Sekelleri İle Savaşmak - daha iyi tanısal prosedürler çaresizliğimizle baş etmemiz konusunda bizlere yardımcı olabilir mi?
İşkence Sekelleri ve Benzer Şiddet Biçimleri - bu bağlamdaki Kemik hasarları
Prof. Thomas Wenzel
Uluslar arası Hukuk ve Ruh Sağlığı Akademisi (IALMH)
Genel Sekreteri
Çeviren: Şule Gülmen
Gitgide daha çok ülkede, şiddeti takip eden fiziksel ve psikolojik travmalar, kamu sağlığında kilit sorunlar haline gelmiştir. ( (1), (2) ). Bu durum, ilkesel olarak önlenebilir olan ve örneğin doğal felaketlerle karşılaştırıldığında gereksiz görülen sekellere yol açtığından, özellikle acı vericidir. Tesadüfi ve "yaygın" olan suç şiddetinin yanında, savaşlar, çocuklara kötü muamele, aile içi şiddet ve işkenceyle ilişkili şiddet, sıklıkla "gizli bir sessiz kalma anlaşması" ile saklanan sorunlardır. Uluslar arası hukuk ve çoğu ülkede işkence ve aile bireylerine yönelik şiddetin mutlak bir şekilde yasaklanmış olması, yaygın uygulamalarla derin bir tezat oluşturmaktadır
( (3) ).
Gelişmiş teşhis ve fiziksel belgelemeler, şiddet kurbanlarının umutsuzluk, depresyon ve intihar düşünceleriyle savaşmalarına katkıda bulunabilir mi?
Bu soru, ilk bakışta görülenden çok daha fazla şekilde gerekçelendirilebilir.
Klinik teşhis için kullanılan fiziksel yöntemlerin - özellikle radyo görüntüleme - ve şiddet suçlarının belgelenmesi ve perseküsyonunda kullanılan adli tıbbın gelişmesi (4), tıbbi gelişmelerin, birçok zanlının fiziksel veya psikolojik bütünlüğe karşı işledikleri suçları saklama çabalarını yansıttığı veya mağdurlara kuşkuyla bakılan bir duruma ulaşmasına yol açmıştır ( (5;5;6;6) ). Bu tespit, hem genel kriminal şiddet hem de işkence gibi, politik bağlamda yer alan şiddet durumlarında geçerlidir. İşkence, iç savaş koşulları, karakollar, kamplar ve cezaevleri gibi farklı koşullardaki mekânlarda gerçekleşebilir. Her ne kadar kimi ülkede hükümetler veya işkence uygulayan ya da işkenceye göz yuman politik gruplar, kuvvet kullandıklarını ve insan hakları ihlallerini gerçekleştirdiklerini inkâr etmeseler de; kimi ülkelerde, işkence raporlarını sorgulayarak, işkence görenlere ve ailelerine ihbar etmeme stratejisi daha yaygındır
( (3) ). İşkence politik cinayetlere dair bir "inkar hali" (yeni bir yayında, güncel politik sistem için üretilen bir terim), ülkenin sosyo - psikolojik halini etkileyen baskın bir mantalite olabilir. Bu bağlamda, stratejiler bütünsel bir inkâr veya sınırlı bir şekilde "bireysel istismar" iddiasından, suçlu olarak sorumlu tutulan grupların ifşasına (Sri Lanka ve Arjantin'deki gibi) dek değişiklik gösterebilir.
Benzer bir inkâr hali, aile içi şiddette yaralanmış eş veya çocukların, yaralarındaki gerçek etiyolojiyi bildirme cesareti gösteremediği acil servis odalarında da yaygın bir sorundur. Yol açılan koruma eksikliği, süre giden uygulamanın devamı ve inandırıcı adalet sisteminin tahribi yanında, mağdurlar ve aileleri için ortaya çıkan lekelenme duygusu ve onaylanma eksikliğinin, anlaşılır bir şekilde, gerçek dışılık, adaletsizlik, inançsızlık, yardımsızlık duyguları gibi aşağıda tarif edilen psikolojik sekellerle olumsuz olarak etkileşen duyguları arttırdığı gözlenmiştir.
Tıptaki yeni gelişmelerin faydalarından biri yöntemlerin sistematik olarak uygulanmasıyla yaraların, özellikle görünür işaretler geçtikten sonra, ispatlanabilmesidir. Veli Lök'ün (8) öncülüğünü yaptığı kemik sintigrafisi kullanımı, normal X ışını yöntemiyle tespit edilemeyecek olan "gizli" işkence lekelerinin tespitini doğrular şekilde yayınlanmış yeni gelişmelerden biri olmuştur. Bu yayındaki gözlemler çeşitli yazarlar tarafından izlenmiş ve doğrulanmıştır (9 - 12). Bu yöntemin sonrasında, çocuk istismarının tespitinde ve belgelenmesinde daha da önemli olduğu kanıtlanmıştır (5;6;13 -17). Bu fiziksel sekel belgelenmesi, travma tik stresten şikâyetçi olan işkence mağdurlarının haklılıklarını ve güvenilirliklerini doğrulamaktadır (10).
Dövme (yumruk, ayak ya da cop, sopa veya diğer aletlerle), elektrik verme, boğma ve pozisyon işkencesi yaygın fiziksel işkence şekilleridir (18 - 24). Doğrudan psikolojik işkence biçimleri dikkate alınmasa bile, neredeyse tüm işkence biçimleri, işkencecinin amaçladığı şekilde korku, karmaşa, çelişkili utanç (25) ve sıklıkla baskın umutsuzluk duygusuna yol açan psikolojik boyuta sahiptir.
Daha önceki inanışların aksine, şiddetin her formunu, sadece fiziksel değil aynı zamanda uzun süre devam eden psikolojik sekellerin takip ettiği gösterilmiştir. Son zamanlarda gerçekleştirilen tartışmalar, şiddetin kurbanın sosyal çevresi (sosyal grubu ve hatta destekçileri) üzerindeki psikolojik etkisi üzerine yoğunlaşmaktadır (26). Bu bağlamda, politik faktörlerle bağlantılı olmak zorunda olmayan özel bir problem ise sosyal leke ve birçok kültürde psikolojik sekellerle ilişkili olan doğru olmayan önyargılardır. Psikolojik semptomlar, fiziksel yaralanmalardan daha az gerçeklik "faktörüne" sahip "sadece akılda var" olarak, bir zayıflık göstergesi ya da insanın değerini azaltan tehlikeli bir acı, bir "delilik" olarak görülmektedir. Toplum tarafından görünmek ya da görünür kılınmak da o halde, aşırı şiddet gören mağdurların yüzleştiği ilave bir sıkıntı olmaktadır. Açık ve yaygın bir sekel olan reaktif depresyonun ötesinde, aşırı şiddetten sonra posttravmatik stres bozukluğu en ilişkili ve en azından kısmen spesifik bir bozukluk olarak görülmektedir (27). Posttravmatik Stres Bozukluğu [PTSD, (3) ]'nun semptomları, ilkesel olarak uyum sağlayıcı olan reaksiyonların devamlılığının, tehdit edici çerçeveye yansıtılması olarak tanımlanabilmektedir. Tekrarlanan ve çoğunlukla hoş olmayan veya korkutucu olan anıların aniden hatırlanması veya şiddeti hatırlatan durumlar, kâbus ve uykusuzluk, anılardan kaçınma, şiddet ile ilişkili etkinlik ve mekânları hatırlatan durumlar ile hırçınlık ve hafıza bozuklukları gibi durumlar PTSD'yi karakterize etmektedir. Son zamanlarda beliren kompleks PTSD (28;29), en yaygın şekilde, şiddet türü olarak cinsel şiddet ve işkence ile ilişkili olarak, paradoksal utanç, suçluluk (30), psikosomatik semptomlar, eziyet çekme korkusu, içine kapanıklık gibi ilave semptomlarla tanımlanmaktadır. Sıklıkla "idiom of distres" (yerele özgü acı) olarak ifade edilen kültüre özgü reaksiyonlar, genellikle ihmal edilen bir sahadır ve konunun kapsamına giren çok geniş kültürel yapılar düşünüldüğünde, daha fazla araştırma gerektirmektedir (31;32). Son olarak, şimdiye dek sunulan problemler şiddete maruz kalındıktan sonra artabilmektedir. Psikolojik reaktif bozuklukların semptomları, özellikle uyku bozuklukları, konsantrasyon eksiklikleri ve anksiyete, günlük hayatta önemli miktarda engele yol açabilmektedir ve dolayısıyla da adli teşhis ve tedaviyle ilişkilidir. Geçtiğimiz on yıl içinde gerçekleştirilen araştırmalar, tedavi edilmeyen sekellerin aile üyeleri üzerinde de etkisi olabileceğini göstermiştir. Bu durum da, şiddete doğrudan maruz kalmayanlar üzerinde ikincil nesil travma ve endirek olarak sınıflandırılan bir grup kompleks problemler yaratmaktadır (33 - 35).
Hafıza sekelleriyle psikolojik sekeller en çok fiziksel yaralanmalarla ilişkilidir ve eşit derecede uzun sürebilmektedir (36 - 38). Ağrı (39) anıları tetikleyebilir ve karşılaşılmış olan şiddete dair yeniden aktive edilen anılar fiziksel acıyı arttırabilir; Her iki durum da girift bir etkileşim olarak değerlendirilmelidir (1). Birçok mağdur yanlış bilgiyle akıllarının karışmasına dair ve geri çekilmelerini teşvik edici sistematik çabalar bildirmektedir. Bedene yapılan tahribatla ilgili bilgi eksikliği veya yanlış bilgi, stratejinin bir bölümüdür. Yetersiz ya da tamamlanmamış tedavi, sürekli yaşanan retravmatizasyonun veya tedaviye erişememenin bir sonucu olabilir. Amaç güderek aleni bir şekilde bedenin hassas bölgelerini hedef alma ve sık olarak aşırı güç ile birlikte sıra dışı aletler kullanmanın yarattığı bilinmeyen hasar, yazarların deneyimine göre süre giden korku ve güvensizlik duygusuna yol açabilmekte ve bu duygular ancak detaylı ve kapsamlı tıbbi teşhis ve bilgiyle tedavi edilebilmektedir.
Hekimler, dolayısıyla, sadece tedavide değil, fiziksel şiddetle ilgili dokümantasyonda ve tehlike sinyallerini vermede kilit rol oynamaktadırlar. PTSD veya depresyon gibi posttravma spektrumundaki bozukluklarının; kişilik bölünmesi gibi korumacı reaksiyonların; konsantrasyon ve hafıza ile ilgili beyin travmasının (40, 41) ve intihar eğilimi gibi ihmal edilen risk faktörlerinin etkisi nedeniyle; bütüncül bir interdisipliner değerlendirme ve işbirliği birincil öneme sahiptir. Artan miktarda intihar eğilimleri de özellikle umutsuz sığınmacılarda gözlenmektedir. Zira sığınmacılar, kendi ülkelerinde yüzleştikleri işkence ve diğer kötü muameleye ek olarak, sıklıkla "ev sahibi" ülkede de ayrımcılık ve güvensizlik ile yüzleşmektedirler (42 - 44).
Her iki durumda da (aile içi şiddet ve politik şiddet), ama özellikle politik şiddet durumunda, harekete geçen hekim, hemşire veya psikologun, hatta sadece işkenceyi belgeleyen ve doğrulayan hekim, hemşire veya psikologun, önemli oranda taciz ve tehlike yaratabilecek olsa da cesaret ve şaşmaz bir etik kararlılığa sahip olması gerekmektedir (45 - 51). Başka bir şekilde risk altında olan diğer bir hekim grubu da çifte "zorunluluğu" olan, yeni hükümet veya benzer gruplar için çalışan, politik bağlamlı ve cezaevleri gibi devlet kuruluşlarında ortaya çıkan işkence vakalarında peşin hükümlü olarak görülmesi gereken hekimlerdir.
Bu şartlar altına, Dünya Tıp Birliği, yerel yasa ve baskılara aykırı olsa da, hekimlerin mutlak etik yükümlülüklerini onaylamaktadır (bakınız http:/ /www.wma.net/e/ethicsunit/human_rights.htm).
Özellikle işkence ve mağdurları ile ilgili cesur bir etik duruşun risksiz olamadığı, hatta oldukça tehlikeli olduğu ülkelerdeki hekimlerin, insani değerleri, etik sorumlulukları ve işkencecilerin yıprattığı veya sorguladığı değerlerin olumlanmasıyla ilişkili önemli işlevleri bulunmaktadır. Aile içi şiddet, kötü muamele ve çocuk istismarı durumundaysa hekim, zayıfı "gizli bir sessiz kalma anlaşması"na karşı koruyan kişi olabilir.
İşkencenin dokümantasyonundaki uluslar arası eğitim standartlarının kabulünde önemli bir başarı olan İstanbul Protokolü (52;53), uluslar arası yazarların çekirdek ekibi olarak Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)'nın önemli rolleriyle geliştirilmiştir. Standartların adapte edilmesinin, muayene ve belgeleme kalitesinin artışını desteklemekle kalmayıp, ayrıca tıbbi terimlerin çarpıtılması yoluyla politik stratejiler doğrultusunda işkencenin gizlenmesine y da inkârına yol açabilecek biçimde işkence kavramıyla oynanmasına karşı da koruyucu olacağı umulmaktadır (54).
Mağdur için teşhis ve belgelemenin öneminin yanında, işkencenin önlenmesine katkı olarak muhtemel bir ikincil fayda olarak, bilinçli olarak saklanan veya inkâr edilen işkencenin ifşa edilmesinin, kanunları ve bu kanunların pratik uygulamalarının değiştirilmesi için gerekli bir adım olduğu ve en nihayetinde de işkencecilerin cezalandırılmasıyla mağdurlar ve aileleri için yeniden güven ve huzur yaratabileceği öne sürülebilir. Daha az şiddet içeren bir dünya için umutlar, bu eylemlerle desteklenecektir.
HOCAMIZA.
Aytül UÇAR - Osman Murat ÜLKE
Ne önünüzdeyiz ne arkanızda,
Kim dem önünüzdeyiz
Kim dem arkanızda
Ne önümüzdesiniz, ne arkamızda,
Kim dem önümüzdesiniz
Kim dem arkamızda
Yanımızdasınız, etrafımızda
Yanınızdayız, etrafınızda
Siz bize, biz size, birbirimize
Dolana dolana
Sara sarmalaya
Başınızı önce sola
Sonra sağa, bir aşağı bir yukarıya
Başımızı önce sola
Sonra sağa, bir aşarı bir yukarıya
Açarak kollarınızı
Açarak kollarımızı
Siz bize, biz size, birbirimize
Dolana dolana,
Sara sarmalaya.
Birlikte geçirebildiğimiz zamanın bize kattığı değerleri kelimelere dökmek çok zor. Varlığınızı hissettiğimiz her an, yürekten yüreğe bir akış çünkü; bilgisiyle birlikte, çoğu kez, en çok duygu öğretisi bırakan, en çok da insana dair. Adalet üzerine, hakka dair, haklıya dair, haksızın haksızlığına dair, engin bakışınızla ufkumuza ufuk kattınız hep. Cesaret verdiniz. Güç kattınız. Minnettar hissetmemek elde değil, hele sevgiyi.
Saygılarımızla.
DEĞERLİ İNSAN, CAN DOST,
USTA HEKİM,
GÜVENİLİR YOL ARKADAŞI
Yavuz Önen
19.03.2007
Uzun sözün kısası, Sevgili Veli Lök için bir şeyler yazmam istendiğinde, ilk aklıma gelenleri yazının başlığına yazıverdim. Zire yüreğimde sıcak, beynimde berrak ve yakın izler var. Zorlanmadan yazacağım, uzatmadan tanımlayabileceğim. Bu duygu ve düşüncemin yaygın olduğunun da farkındayım. Öteden beri biz insan hakları savunucularına, karamsar tablolar çizdiğimiz eleştirisi yapılır. Bu yazı, aydınlık ve umutlu bir tablo çizeceği için, bu eleştirileri haksız çıkaracak, şu son günlerde çoğalma ve dayanışma içinde olma duygularımın da ifadesi olacak. 19 Ocak günü Hrant Dink'i aramızdan aldılar. Bu eksilme nedeniyle dostlarıma daha fazla yaklaşmak ve onları sıkıca kucaklamak istiyorum. 75. yıl dönümü kitapçığı için yazı yazarak, Veli Hocama yaklaşmak ve onu kucaklamak acılarımı dindiriyor, ruh sağlığıma iyi geliyor. Bu kitapçığı düşünenlere teşekkür ediyor, hocama da uzun ve sağlıklı yıllar diliyorum.
Köprü inşa etme ustasıdır Veli Hoca. Koca Sinan gibi sağlam ve uzun ömürlü inşa eder köprüleri. Hocamın köprüleri gözükmez, insanlar arasında inşa edilirler çünkü! Bu köprülerden gide gele sevgi saygı ve dostluklarla örüldü, örülüyor. Aheste gider hocam. Menzil-i maksadına eriştiğini bilir aheste gidenin. Sabır küpüdür. Hazreti Eyyüb sabrı var onda. Sevgi yumağıdır. Anlık ve öfkeli değildir. Benim kabem insandır dedi. Dostluk türküleri söyledi hep. Hekimliğini de aynı amacın hizmetine sundu. Bu karıncaezmez insan, yılmaz bir mücadele adamı oldu aynı zamanda. Dönen dönsün ben dönmesem yolumdan dedi. Yol arkadaşlarını yalnız bırakmadı.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın kurulduğu 1990 yılından beri, tüm kurucular, yöneticiler ve çalışanlar için bir güvence, bir kılavuz oldu. Onun yakınında bulanabildiğim için, Veli Lök'ün arkadaşı olduğum için, onurlu ve mutluyum. TİHV'in ülke ve dünya çapında tanınan güvenilir bir kuruluş haline gelmesinde, onun varlığı en büyük etmenlerden biridir. Katkıları kesintisiz devam edecektir. İyi ki doğdun Veli!
Çoban Yıldızı
Günseli KAYA
TİHV İzmir
Yazdıklarımı okuyunca, "Hepsi bu mu, ne kadar eksik!" diye düşüneceğim kesin, ne yazarsam yazayım; biliyorum kesinlikle eksik olacak. Size dair yazmak öyle zor ki!
Öyle çok şey öğrettiniz ki birlikte çalıştığımız sürede, hem de hiç öğretmen tavrı olmadan, hissettirmeden özel olarak da öğretmeye kilitlenmeden. Bilimsel bakış ve yaşam biçiminiz bu sizin. İnsanlar, eğer öğrenmemekte diretmiyorlarsa yaşayarak, görerek, dinleyerek ve eyleyerek öğrenirler; öğrendikçe kendilerini ve bulundukları yaşamı yeniden üretirler değil mi?
"İnsanlar eyledikçe yanlış da yapabilirler, yapılan yanlışları, eksikleri bilinçli ve kasıtlı değilse hoş görmek gerekir; eylemek kişinin istekliliğinin ve cesaretinin göstergesidir, teşviki gerekir; yanlışlar ise onarılabilir." Belki de tırnak içine almamalıyım bu sözleri, bana öğrettiğiniz anlayış ve davranma yollarından sadece biri bu. Hatırlar mısınız, bundan yaklaşık 14 yıl önceydi ve çantamı yolculukta kaybetmiştim ve çantamın içinde vakfın ödeme belgeleri vardı. Hemen fark edip banka ve mahkemeye başvurmuştuk, buna karşın piyasada dolaşmaya başladı belgeler. Ben derin suçluluk duyguları içinde neredeyse depresyonun eşiğine gelmiştim. Siz inanılmaz bir güvenle, suçlandığım hissine kapılmamam için beni hiç eleştirme yoluna gitmeden, onca işinizin içinde hiçbir "yüksünme" ya da "öfke" belirtisi vermeden, suçluluk duygumu depreştirecek en küçük bir mimik ya da davranış göstermeden, üstelik de beni rahatlatmaya çalışarak benimle, duruma açıklık kazandırmak üzere duruşmaya çıkmıştınız. İşveren ya da amirane bir tarzın tersine, bir babanın bile göstermekte zorlanacağı anlayış ve olgunluğu gördüm sizden ben. Bana öğrettiniz Sevgili Hocam, güveni ve güven duygusunun gerektirdiği davranış biçimini; çok yaşamışlığın değil, yaşanılanlardan sonuç çıkarmanın davranışlarımızda nasıl yol gösterici olduğunu; olgunluğun, bilgeliğin ne anlam taşıdığını!
Bir de hatırlar mısınız bilmem, (öyle çok şey yaşadık ki on altı yıl içerisinde), güzel olan çoğu şeyde bizi hiç unutmazdınız, unutmadığınızı bize hissettiren öylesine naif davranışlarınız oldu ki..! Biz, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'ne 1999 yılı Eylül'ünde düzenlenen operasyonda darp ve işkenceyle yaşamını yitiren bir devrimcinin cenaze töreninde gözaltına alınmış; ben ve Alp dâhil 14 kişi tutuklanmıştık. Ben tutuklanan tek kadındım, Uşak Cezaevi'ndeydim. Bir gün posta dağıtıldığında yurtdışından atıldığı çok belli ama üzerinde sizin yazı karakterinizi taşıyan bir zarf geldi; evet Paris'te katıldığınız ir toplantı sonrasında yemekte şarap içerken aklınıza gelmiştik ve dışarıya çıktığımızda birlikte kadeh kaldırma isteğiyle, bizi düşünerek yudumlamıştınız şarabınızı. Ne güzel hocam, Paris'te keyifli bir ortamda iken, bu duyguyu kaç kişi böyle yürekten yaşayabilir ki.
Yaklaşık dört ay süren tutukluluğumuz ve sonrasında ise yıllar süren duruşmaları bıkmadan, usanmadan izlemeniz, sahiplenme biçiminiz birçok açıdan bilim insanı ve insan hakları savunucusu olmanın örneği olması açısından o kadar önemliydi ki. Bir kere, tutuklanmamıza neden olan olayı önemsemiştiniz. Cezaevinde kalanların can güvenliklerinin devletin güvencesi altında olması gerekliliğini her koşulda söylemeniz; özgürlüğünden yoksun bırakılan insanların işkence ve darp sonrası yaşamlarını yitirmeleri karşısında tepki göstermenin, hem demokratik hak ve özgürlükler açısından hem de insani açıdan taşıdığı önemi ifade ediş biçiminiz, bu alanda duyarlılık taşıyan-taşımayan herkes açısından ne kadar öğreticiydi. Bu konudaki kararlı duruşunuz size de bir dava açılmasıyla sonuçlanmış; yapılan duruşmalar sonucunda para cezasına çarptırılmıştınız. Gerek kendinizin gerekse de bizim davalarımız sırasında, zaman zaman benim "bedel ödemek gerekiyorsa ödenir; bu kadar uğraşmak gereksiz" söylemlerim karşısında kazanımlar için hukuk mücadelesinin önemini, duruşmaların uzamasıyla, izlenmekten usanmamak gerektiğini vurgulamanız yıllarca taşıdığınız birikim ve deneyiminizin öğreten yanıydı.
Bu yıl 75. yaşınızı kutlama hazırlığı içerisindeyiz ve siz bu yaşta, şu günlerde Nevroz etkinlikleri sonrası yaşamakta olduğunuz "akut" başvuru yoğunluğunu her gün iki başvurumuzu muayene ederek gidermeye çalışıyorsunuz. Bu arada düşünüyorum da bilim insanı ve hekim olarak taşıdığınız özelliklere, ansan hakları savunucu olma niteliğiniz ne kadar birbiriyle bütünleşmiş! Sizin için işkence görenin, mağdur olanın etnik-ulusal kimliğinin, politik aidiyetinin önemi yok. Önemli olan başvuranın ihtiyaç duyduğu tedaviyi gerçekleştirmek! Hiçbir ayrımcı duygu direnci taşımadan her zamanki titizliğinizle mesleğinizin gereğini özveriyle yapmanızın, hem bizler hem de başvurularımız üzerindeki çarpıcı etkisini tanımlamak hayli zor! Biz sizi yormaktan korkuyoruz, sizse zaman kaybına yol açmadan tedavi vermenin telaşını yaşamaktasınız!
Siz, bugünü yaşarken geleceği kurma çaba ve umudunu hiç eksik etmeyen; yaşam sevincini sürekli üreten ve kahkahalarıyla dünyayı, yaşamı kucaklamayı becerebilensiniz. Yıllar boyu kesintisiz sürdürdüğünüz başarılı ve çok yönlü çalışmalarınızdan dolayı hiyerarşik üstünlük kurmayı düşünmeyen, tersine alçak gönüllülüğü erdem edinen; çevresindeki her insana ayrı ayrı değer veren, dinleyen, herkesten öğrenilecek şeyler olduğuna inanan; yaşına bakmaksızın çevrenizde yer alanların gelişmeleri için önlerini açan ve inisiyatif tanıyan örnek insanlardansınız.
Siz çevremizde "çoban yıldızı"mızsınız ve ne mutlu ki bizimsiniz, yani tüm insanlığın! Ömrünüz uzun olsun Sevgili Hocam! Sizi çok seviyoruz.
İnsan Hakları Duayenine Mektup
Prof. Dr. Veli Lök
Britta Jenkins
Halkla İlişkiler
Berlin İşkence Mağdurları Tedavi Merkezi (BZFO)
Berlin Tabip Odası ve BZFO adına Uluslar arası Mahkeme Gözlemcisi
Çeviren: Nurcan Turan
Seni ve 75. yaş gününü kutluyoruz. Doğum günü kutlamana katılmak çok büyük bir onur ve ayrıcalık benim için!
Doğum günlerini ne çok sevdiğimi bilirsin. 2003 yılına kadar doğum günlerini hep 15 Mart'ta kutladım. Ondan sonra doğum gününün 9 Şubat olacağını söyledin. 1965 yılına kadar doğum günün konusunda hiç kaygılanmadın, çünkü Türkiye'de doğum günlerine o kadar fazla önem verilmez. Fakat ondan sonra tıp doktoru olarak Almanya'ya geldin. Ve tabii ki, Almanya'da doğum günü belirtmeden belge almak imkânsız. Yetkililer senden bir doğum günü talep etti. Ailene sorduğunda baban sana zeytin toplama zamanı doğduğunu söyledi. 15 Mart iyi bir tarih olarak görünüyordu! Ta ki, 2003 yılında kız kardeşlerini ziyaret edene kadar. Orada rastladığın bir çocukluk arkadaşın sana eski günleri ve aynı olan doğum gününüzü, yani 9 Şubat'ı hatırlattı. Dolayısıyla, şimdi seni iki kere kutlamak için nedenimiz var!
Bu senin hayatındaki harika öykülerden sadece biri. Hayatının mozaiği öykü ve karşılaşmalarla dolu, hepsinde senin insanlığa duyduğun derin sevginin ve insan haklarının evrensel düzeyde herkes için geçerli olması gerekliliğine olan sarsılmaz inancının izleri var. Gençliğinde meslek seçimine dair iki hayalin vardı: müzisyen olmak veya tıp doktoru olmak. Doktorluk kazandı. Ne var ki, bugüne kadar da müzisyenlik sana eşlik etti. İnsanlara her düzeyde büyük özen gösterirken kendi iç müziğinin, ritmini dinliyorsun.
Askeri darbenin sonucunda, 1980'den sonra üniversitede öğretim üyeliğinden uzaklaştırıldın. Ama bu resmi kara seni durduramadı. Bir bodrum katında öğrencilerinle buluşmaya devam ettin. Bir meslektaşınla tekrar başlamak için mücadele ettin. 1990 yılında Danıştay, yeniden işine dönmene ve sana tazminat ödenmesine karar verdi. Bu zaferi kazandıktan sonra, diğer meslektaşlarına aynı şeyi yapmaları için cesaret vermek amacıyla ülkeyi baştan sona dolaştın!
Bizim ilk karşılaşmamız, Berlin İşkence Mağdurları Tedavi Merkezi'nin (BZFO) kurulduğu 1992 yılının Kasım ayında İstanbul'da oldu. 12 kişilik ekibimizin hemen hepsi IRTC'nin düzenlediği ve işkenceye karşı mücadelede ilk günden bu yana müttefikimiz olan TİHV'in de ev sahipliği yaptığı İşkence Sempozyumu için İstanbul'a gitmişti. Kişisel bir düzlemde bir araya gelmesek de bir intiba elde ettik.
Daha sonra Kasım 1996'da Adana'ya geldim. 1996, benim Türkiye'deki çalışmalarıma ve TİHV'in çeşitli tedavi merkezlerindeki meslektaşlarım hakkında açılan davalara uluslar arası gözlemci olarak katılmaya başladığım yıldı. O zamanlar, Türkiye'ye yaptığım birçok seyahatin sonucunun derin arkadaşlıklar ve güçlü bağlar olacağını bilmiyordum. İlk olarak İstanbul'a TİHV tedavi merkezine açılan bir dava için gitmiştim; Türkiye mahkemelerinin insan hakları savunucularına yönelik saçma ve bazen gerçek dışı görünen işleyişiyle ilk tanışmamdı bu.
İstanbul ve Adana'daki duruşmalar arasındaki zamanda birçok STK, gazeteci, profesörle görüştüm. Bu görüşmelerde Türkiye tarihi ve siyaseti hakkında çok şey öğrendim. Otobüsle Ankara'dan Adana'ya vardığımda, gün yeni ağarıyordu. Gittiğimizde Vakıf'ta kahvaltı sofrası hazırdı ve sonradan birçok kez karşılaşacağım sıcak bir misafirperverlikle karşılandım. Bu sıcak karşılaşmanın altında ezilmiş bir şekilde "merhaba", "teşekkürler", "hoş geldiniz" ve "hoşça kal" dışında bir kelime bilmediğim için etraftaki insanları izleyerek görsel olarak bir şeyler kavramaya çalıştım.
Odadaki insanların çoğunu tanımıyordum. Eşsiz yumuşak gülüşünle odanın diğer bir ucunda da sen vardın. Bana doğru geldin ve beni dört yıl önce İstanbul'dan hatırladığını söyledin. O anın seninle ve İzmir'deki ekibinle aramızda kurulan derin bağın başlangıcı olduğunu bilmiyordum.
Sessiz ama metin tarzınla, Manisa davasında, Türk Tabipler Birliği'ndeki meslektaşlarına ve Vakıf'ta çalışan doktorlara rehberlik ederek parlak bir örnek ortaya koydun. Uzun ve bezdirici yargılamalar boyunca maruz kaldıkları çeşitli baskılara ve tehditlere karşın, onlar da senin arkandan işkenceyi belgeleyen alternatif raporlara imzalarını attılar. "Tıbbi etik ve insan onuru" senin neden kendini adadığının basit cevabıydı.
1998 yılından başlayarak, TİHV'in İzmir'deki tedavi merkezine ve orada çalışan gönüllü doktorlara çeşitli davalar açılmaya başlandı. Bu davaların açılmasına neden olan da meslektaşlarının, F tipi cezaevlerini protesto etmek için açlık grevine ve ölüm orucuna başlayan mahkûmları tedavi etmesi ve kamu önünde gelişmeleri, 1996, 1998, 2000 yıllarında yapılan ve her seferinde birçok ölümle sonuçlanan cezaevi operasyonlarını protesto etmişlerdi. 1999yılında iş arkadaşların Esin Kaya, Günseli Kaya ve Alp Ayan, Ankara Ulucanlar Cezaevindeki saldırıda öldürülen Nevzat Çiftçi'nin Aliağa'daki cenazesine karıldıkları için tutuklandılar. Günseli ve Alp, sözüm ona "itaatsizliğe teşvik" suçu işledikleri için üç ay hapishanede kaldılar. Ocak ayında salıverilmelerinden sonra, 2004 yılına dek altı ila on iki ay arasında değişen aralıklarla sürecek olan davanın ilk duruşması görüldü.
1999 yılının sonunda, Cumhuriyet gazetesine verdiğin röportajdan dolayı, senin hakkında da dav açıldı. Röportajda, iş arkadaşlarının da dâhil olduğu insan hakları savunucularına yönelik kötü muamele ve gözaltı uygulamalarına ilişkin açıklama yapmıştın. Bu tür uygulamalarda bir amacın da işkencenin önlenmesi ve işkence mağdurlarının tedavisi için çalışanların cezalandırılması olabileceğini söylemiştin. Ülkedeki diğer cenaze törenlerinde sorun çıkmamışken, Aliağa'da olanın tedirginlik yaratan tek tören olduğu yorumunu yapmıştın. Cumhuriyet gazetesi senin açıklamanın başlığını "İşkence ile savaşımın acısı mı çıkarılıyor?" diye atmıştı. Devletin savcısının, davanın duruşmasında sarf ettiği sözlere bakıldığında bu çok doğru bir değerlendirme: "Sanıklar, ulusal ve uluslar arası destekçileriyle yaptıkları basın açıklamalarıyla şov yapmaktadırlar."
Devletin sana sayısız dava açarak, Türk Devleti'ne hakaret etmek ve devlet düşmanı olmakla suçlayarak, senin ve diğerlerinin işkence mağdurlarını tedavi etmeni engellemeye çalışması hiçbir sonuç vermedi: İnsan hakları alanındaki çalışmalarını bırakmadın, tam tersine, "ortak çaba", "uluslararası empati ve ortak değerler" senin sarsılmaz duruşunu desteklemek için bir "güç ve motivasyon kaynağı" oldu. Duruşmalar için pek çok kez yapılan buluşmaların, "iyi arkadaşlıklar için kapasiteyi arttırdığından" bahsetmiştin. Ve daha ileri giderek, uluslar arası gözlemcilerin katılımları için "bizi güçlendiriyor" demiştin.
Karşı çıkacağını biliyorum, fakat tam tersine senin sarsılmaz duruşun ve cesaretin, yargılanma korkusunun olmadığı ve yaptığımız işlere yönelik sürekli bir engellemenin olmadığı ülkelerden gelen bizleri güçlendirdi. Ne var ki, bir noktada tamamen sana katılıyorum; kesinlikle bütün bu karşılaşmalar uluslar arası dayanışma ve dostluğu ilerletti. Uluslar arası gözlemciler olarak bizler, İzmir'e her gelişimizde gördüğümüz mükemmel karşılama ve misafirperverlik karşısında ezildik: duruşmadan önceki gün Kordon'da "senin" balık lokantanda yediğimiz akşam yemekleri, duruşmadan sonra Vakıf'ta insan hakları camiasından diğer arkadaşların da katıldığı müzikli akşam yemekleri. Bir dizi duruşma için geldiğimiz 30 Aralık günü yılbaşı kutlamasında biz uluslar arası gözlemcilere sen ve meslektaşlarının gösterdiği cömertlik. Duruşma tarihlerini hep önemli tatillere denk düşürerek acaba sistem uluslar arası dayanışmayı vergilendiriyor mu diye hep düşündük! "Senin" balık lokantanda yeni yılı birlikte karşıladık, İzmir Körfezi'ni ve Karşıyaka'nın ışıklarını gören bir masanın etrafında. Sen misafirlerinle dans bile etmiştin!
Diğer bir önemli zaman da, üç ayrı dava duruşmasının aynı günde olduğu 2000 yılının Nisan ayı idi. Senin, TİHV'in gönüllü doktoru Zeki Uzun'un ve Günseli ile Alp hakkında açılan üç ayrı dava. Bir duruşmadan diğerine ulaşabilmeyi, uluslar arası gözlemciler ve diğer misafirler için olanaklı kıldınız. Sonuncu duruşmanın yapıldığı adliyeye gittiğimizde, duruşma zamanının birkaç saat sonraya ertelendiğini öğrendik. Adliye ıssız bir yerdeydi ve binanın oldukça büyük görünmesine rağmen yetkililer bizi içeriye almayıp dışarıda yağmurda beklettiler. Bir yerlerden şemsiyeler bulundu ve sihirli bir şekilde, bekleyişi keyifli hale getiren lezzetli bir öğlen yemeği dağıtıldı. Elbette, servis önce misafirlere yapıldı ve onların konforunun "yerliler" inkinden daha öncelikli olduğu görünüyordu. Diğer komik ve acayip mahkeme anılarınızı anlatarak hepiniz orada bizi eğlendirdiniz. Savcıların ve yargıçların çoğunun karşılarına getirilen insanları küçümsemekten başka bir şey yapmadığı delirtici mahkeme koşullarında bile nüktedanlığını kaybetmeyişini hep hayretle karşıladım!
Sen ve ekibin, büyük sıkıntı ve gerginlik zamanlarında bile nazik ve cana yakın ev sahipleri oldunuz. Ocak 2001'daki Aliağa duruşması, 30 mahkûmun ve iki askerin ölümüne neden olan Türk ordusunun gerçekleştirdiği "hayata dönüş operasyonu"ndan hemen sonraydı. Türk Tabipler Birliği aylar boyunca mahkûmlarla hükümet arasında arabulucu olmaya çalıştı. Ne fayda! Onca yıldır devam eden davalardan sonra ilk defa sen ve İzmir'de ki arkadaşların sizinle biraz daha fazla zaman geçirmemiz, düşüncelerinizi ve acılarınızı paylaşmamız için bizden yardım istediniz. Bazılarınız ölüm orucuna katılan mahkûmlara ve ailelerine hükümet bu ilişkiyi engelleyene dek eşlik etmiştiniz. Gözlerindeki acı, yüz yüze kaldığınız büyük insanlık dramına ve ihtiyaca karşı çaresizliği gösteriyordu. Çekilmek ve onları yalnız bırakmak zorunda kaldın. Bizi karanlık ve acı dolu zamanlarda da birleştiren güçlü bağın kanıtı olarak o anıları hep saklayacağım. Yıllar boyunca senin tarafından gördüğüm cömertlikten sonra sana bir şeyler verebilmek çok güzeldi!
Berlin Ziyaretinin de harika ve yürek ısıtan anıları var. 1999 yılında, sen Alper Öktem'le buradaydın. Bütün resmi faaliyetlerden sonra üçümüz gemi restorandaydık. Dışarıdaki bütün masalar kaldırılmıştı. İçeriye oturduk ve Alper'in bizim için uzun bir süre orada gördüğü bir gitarı çalması unutulmaz bir gece yaşattı. Daha sonra, senin İzmir'den geldiğini söylemen üzerine garsonun önerdiği ve İzmir'den gelmiş taze Çipura balığını yedik.
Seni Berlin'e BZFO'nun kuruluşunun 10. yıl dönümüne davet ettik, çok değerli bir konuk ve konuşmacı olarak bizimle olmandan çok şeref ve gurur duyduk.
1992 yılındaki daire geçen Aralık ayında, IRTC Genel Kurulu'yla BZFO'nun resepsiyonuna geldiğinde kapandı. BZFO, konferansa gelen uluslar arası konukları Berlin'deki IRTC ile birlikte ağırlamıştık.
Bu mektubu aşağıdaki sözlerle bitirmek isterim:
"İyimserlik özünde mevcut durum hakkında bir görüş değil, fakat bir yaşama gücü, başkalarının pes ettiklerinde umut veren bir güç, her şeyin başarısızlıkla sonuçlanmış göründüğünde başımızı dik tutabilmemiz için bir güç, sarsıntılara karşı dayanabilmemiz için bir güç, geleceği hiçbir zaman karşı tarafa bırakmayıp, bizzat kendisi için bunu talep eden bir güçtür."
İyimserlik duygusu üzerine kurduğu yaşama gücüne olan inancından gelen bu sözlerin yazarı Dietrich Bonhoeffer'dir. Nazi rejimine karşı çıkmış ve direniş hareketinin bir parçası olmuştur. 1943 yılında tutuklanmış ve Nazi rejimi yıkılmadan sadece bir ay önce intihar etmiştir.
Toplumun içinde toplum için yaşayan Dietrich Bonhoeffer, bir Hıristiyan olarak güçlü inancıyla ve sorumluluk hissiyle davrandı. Dinini ciddiye alarak aslında inandığı şeye göre yaşadı.
Sevgili Veli, sen de aynı şeyi yaptın. Umarım bundan sonra da buluşmak için çok fırsatımız olur. Bir profesör olarak öğrencilerine, ortopedi cerrahi olarak meslektaşlarına ve insan haklarına adadığın hayatın hakkında daha fazla şey öğrenmek için umarım daha fazla fırsatım olur!
En sıcak tebrik ve takdirlerimle.
Arkadaşın
Britta
ALTERNATİF SAĞLIK REFORMU
Dr. Ata SOYER
".Onlar, 'bana teknik alternatif söyle' diyor. Biz kaba ve sınıfsal alternatifler söylüyoruz: Mesela, 'sermaye vergilensin' veya daha da somutlaştırarak, 'finans kapital, ya servetleri üzerinden veya faiz gelirleri üzerinden vergilensin' diyoruz. Bunun ötesine gitmenin gereği yok; bunun ötesine gittiğiniz zaman, iktidar olmanız gerek. Efendim, 'faizler vergilensin'; vatandaşın elindeki repolar ne olacak, repo belgeleri ne olacak, kime yüklenecek, kime yüklenmeyecek; bu tartışma bizim bu günkü tartışmamız değil. .Eğitim ve sağlıkta ticarileşme ve özelleştirmeye karşı çıkmalıyız. 'Efendim, her şeyi devlet mi yapacak?' Evet, her şeyi devlet yapacak. Nasıl yapacak? Sermayeyi vergileyerek. Bu alternatif bugün yeter, daha fazla ayrıntıya gerek yok."
(1 Kasım 2003 Nusret Fişek Anma Etkinlikleri; Türkiye'de Değişik Sektörlerdeki Tahribatlar: Bunlara Karşı Ne Yapılabilir? Paneli, Korkut Boratav'ın konuşması)
Sağlıkta bunca olumsuz tablo yaşanırken, alternatifin olmadığını söylemek, en hafifinden sorumsuzluk olur. Her şeyden önce Türkiye'de yaşayanların çok daha iyisine layık olduğunu ve bunun (da) mümkün olduğunu hissettirmek gerekli. İddia şu: "Çalışanlardan yana bir iktidarın hep birlikte kurucusu ve mütevazı bir emekçisi olmak."
Bu bağlamda alternatif sağlık hizmeti başlığının tüm sağlık konularını değil, bazı ana konuları içerdiğini belirtmek gerekir. Önce, mevcut sağlık finansman (akış/dağılım) tablosunu ve parasal büyüklüklerini aktarmaya, daha sonra bu rakamı büyüten ve değiştiren/kaydıran müdahale/olanakları belirtmeye çalışılacak. Arkasından hizmet sunumuna yönelik iyileştirme ilkeleri ve bu ilkeler ışığında öngörülebilir adımları somutlamak hedefleniyor. Böylelikle, bu veriler ışığında, ilkeler ve öneriler iletilecektir.
- Sağlık Finansmanı, Mevcut Durum Nedir?
Son 25 yılda (1980-2004), toplam sağlık harcamalarının GSMH' ya oranı, % 3,5'ten % 6,3'e yükseldi. Bütün bir 1980'li yıllar boyunca, toplam sağlık harcamalarının GSMH' ya oranı % 4'ün altında seyrederken, 1990-94 yıllarında artış gösterdi. Ama asıl yükseliş, 2000'li yıllarda yaşandı.
Bu süreci miktar olarak akursak, 1980'de 2,5 milyar dolar civarında olan toplam sağlık harcaması, 1990'a kadar 3 milyar doların altında kalmış, 1990 sonrası yükselmeye başlamış, 1994 krizi ile yaşanan hafif düşüş dışında, sürekli artış göstermiştir. 2004'e gelindiğinde, bu miktarın 20 milyar dolara (18,9) yaklaştığını gördük.
Toplam sağlık harcamaları içinde kamunun payı, başlangıçta (1980'li yıllar) % 50 civarında seyretti. Sonra kamu payının arttığını yaşadık. 2000'den sonra ise kamunun payı, % 80'i geçti.
Bu rakamlardan şöyle bir çıktı elde edebiliriz; 1980- 2004 arasında kamu sağlık harcamaları 100 milyar doları geçerken ( 106 milyar dolar ), özel sağlık harcamaları 40 milyar doların biraz üzerindedir ( 43 milyar dolar ). Bugün kamu sağlık harcaması 17, özel sağlık harcaması ise 3 milyar dolar civarında seyretmektedir.
Burada birinci ara çıktımızı özetleyelim: Son 25 yılda toplam sağlık harcamalarının GSMH içindeki payı, neredeyse iki misli artmıştır. Yaklaşık 2,5 milyar dolar olan toplam sağlık harcaması, 8 kat artarak 20 milyar dolara dayanmıştır. Kamunun toplam sağlık harcamaları içindeki payı yarı yarıyayken, 2004'te % 85 civarına ulaşmıştır.
Bu gelişmelerin ne kadarı, AKP döneminde yaşandı? Ya da AKP döneminde sağlık finansmanı konusunda neler oldu? 11 milyar dolar olan (2002) toplam sağlık harcaması, 2004'e gelindiğinde, 19 milyar dolara ulaştı. GSMH içinde % 5,6 olan toplam sağlık harcamalarının payı da arttı; % 6,3. Ama asıl değişim, kamunun toplam sağlık harcamaları içindeki miktarında yaşandı. Yaklaşık 8,7 milyar dolar olan kamu sağlık harcamaları, 16,3 milyar dolara ulaştı. Bu oran ve miktarlar, son 25 yılın en büyük rakamlarıdır. Ancak, bu yüksek miktarlar ve artış, hizmetin niteliğine yansımadı. Çünkü uzun süredir yatırım yapılmayarak çökertilen kamu sağlık kurumları, hizmet sunamaz hale getirildiğinden, bu artan para, hizmet satın almaya/kaynak aktarmaya yöneltildi. Örneğin, sağlık alanının asıl sahibi Sağlık Bakanlığı Bütçesi'nin, gerek toplam sağlık harcamaları gerekse toplam hükümet bütçesi içindeki payı geriledi. Üstelik gerçekleşen bütçe rakamları, bütçede ilan edilen başlangıç ödeneğinin çok altında gerçekleşti. Ama temel sorun, sağlık yatırımlarında yaşandı. 2000 -2005 yılları arasında Sağlık Bakanlığı yatırımlarının, toplam Sağlık Bakanlığı bütçesi içindeki payı, başlangıç ödenekleri itibarıyla % 3,2 - 7,0 oranında ilan edilirken, gerçekleşen oranlar oldukça düşüktü: % 0.8 - 4.2. Bununla bağlantılı olarak, sağlık kurumlarının yıllık artış oranları düşük seyretti. Örneğin, yeni sağlık evi yapılması neredeyse durma noktasına gelirken, yeni sağlık ocağı yapımı, bir önceki yıllara göre, son iki yılda % 0.4 - 2.5 arasında kaldı. Özü, AKP döneminde artan kamu sağlık parası, kamu sağlık yatırımlarına yönlendirilmedi. Pekiyi; öyleyse nereye gitti bu kadar para?
Sağlığa Akan Para, Nereden Geliyor, Nereye Gidiyor?
Bir kaynağımız, 2003 tarihli Dünya Bankası Raporu. Rapor'a göre, sağlığa akan yüz birim paranın 76'sı, hükümet bütçesi ve sosyal güvenlik kuruluşlarından geliyor. Geri kalan 24 birim para ise insanların cebinden harcadıkları para ağırlıklı olmak üzere, özel sektörden gelmekte. Yine aynı Rapor, bu yüz birimlik paranın 27'si ilaç ve teknolojiye, 22'si özel sağlık kurumlarına, 39'u kamu sağlık kurumlarına ve sektörüne, 10 -12'si de diğer yapılara dağıldığını belirtiyor. Bu denklem, çok açık biçimde 76 birim veren kamuda 39 birimin kaldığını, bunun anlamının 37 birimlik bir miktarın, kamudan özele aktarılmış olduğunu göstermekte.
Başka bir kaynak, Ulusal Sağlık Hesapları 2000. Bu kaynağa göre ise 2000 yılında kamunun toplamının % 62'sini, özelin ise % 38'ini temin ettiğini görüyoruz. Bu paranın ilaç teknoloji ve özel sağlık kurumlarına giden kısmı % 51 iken, kamu sağlık sektörüne giden pay ise % 38'dir. Bu çerçevede, kamudan özele akan paranın, 2000 yılı bağlamında, toplam harcamaların % 24'ü olduğu söylenebilir. Bir ara çıktı daha yapalım; son 25 yılda en büyük toplam ve kamu sağlık harcaması, yine son 25 yılın en büyük miktar/oranı ile kamudan özele-değişik mekanizmalarla aktarılmaktadır.
- Sağlık Finansmanı Alanına Nasıl Müdahale Edebiliriz?
Bütünüyle kamunun "para toplama-hizmet sunma" ilişkisini kopararak, kamu kaynaklarını özele aktarma esasına oturtulan sisteme müdahale etmek gerekir. Nasıl? 1. kaynaklar üzerinden 2. harcamalar üzerinden. 2005 DPT verisi üzerinden sağlığa akan toplam 20 milyar dolara yakın bir para olduğunu biliyoruz. Bu parayı, hangi kaynaklardan, ne şekilde arttırabileceğimizi düşündüğümüzde, ilk aklımıza ülkemizin ithalat tablosu geldi. 2000'de 54.5 milyar dolar olan ithalat, 2004'te 97.5 milyar dolara ulaşmış. Bu ithalatın tüm kalemleri incelenerek kısılmasının hedefe koyulması gerekiyor, ama burada biz tüketim amaçlı ithalatı önümüze koyduk. 2004 itibariyle 12 milyar dolar olan tüketim amaçlı ithalatın durdurulduğunu varsaydık. Ve bunun bir bölümünün, örneğin 1/4'ünün sağlığa ayrıldığını düşündük. Başka bir kalem olarak iç ve dış borçları aldık. Borç faizi, 2004 yılında 39 milyar dolar. Bu paranın en azından bir bölümünün ertelendiğini varsaydık. Bu paranın da, ¼'üne göz koyduk. Bir başka değişikliğin, bu güne kadar özelleştirilen kamu varlıklarının tekrar kamulaştırılması yönünde olması gerektiğinin altını çizdik. Bu değişikliğin vergi gelirlerine yansımasının yaklaşık 10 milyar dolar olacağını varsayarak, bunun ¼'ünün de sağlığa düşeceğini düşündük. Ek olarak vergi gelirlerinde servet-gelir vergilerine yüklenerek yeni kaynaklar elde edileceğini varsaydık. Burada bir hesaplama yapmadık. Ancak, bir önceki düzenlemelerle bile, kamunun elinde bulunan 16.3 milyar dolarlık kaynağa, ek olarak 15 -15.5 milyar dolarlık bir katkı yapabileceğimizi hesapladık. Yaklaşık 30 -32 milyar dolarlık bir kamu sağlık kaynağı eder bu.
Şimdi, harcamalara müdahale araçlarına bakalım. Sağlık harcamaları içinde bir planlama yaparak, tasarruf sağlarız düşüncesinden yola çıktık. Öncelikle; pahalı, tıbbi teknolojiye sınırlama getirilmesinin doğru olduğunu düşündük. Her ne kadar ülkemizde, tıbbi teknoloji üretemiyorsak da, uzun dönemde böyle bir üretim hedefi önümüze koymak koşulu ile tıbbi teknoloji ithalatında bir sınırlamayla işe başladık. Her bir milyon kişiye 1 veya 2 MR veya BT hesabı ile bu sayının dışında ithalatın durdurulmasını doğru bulduk. Benzer hesaplamaların, diğer tıbbi teknolojilere uygulanmasının doğru olacağını düşündük. Çok daha önemli bir konu da ilaç. Kısmen üretim yapılsa da, giderek ithalata daha bağımlı bir alan; ilaç! Benzer bir mantıkla, ucuz hammadde ithalatına yönelme, mamul madde ithalatında sınırlamaya gitme, ana ilaçların dışındaki ilaçların ithalatının izne bağlanması, alımların merkezi olarak yapılması gibi önerilerin ciddi bir tasarruf sağlayacağını varsaydık.
Ancak, bu konudaki temel adımın ilaç ve aşı üretiminin ülkemizde, çok uluslu tekellerin dışında kamusal olarak yapılmasına ağırlık vermek olduğunu savunuyoruz. En azından aşı ölçeğinde biliyoruz ki; aşı üretiminin yeniden tesisi için yapılacak harcamalar, bir-iki yıllık ithalat miktarını çok aşmıyor. Bu söylediklerimiz, orta ve uzun vadeli etki yaratabilecek adımlar. Ama daha hızlı sonuç verebilecek değerli bir adım, özel sağlık sektörüne, kamudan yapılan sevklerin durdurulmasıdır. 2005 yılında, kamudan özele akan paranın, toplam sağlık harcamalarının % 47'si olduğunu hesaplamıştık. Bu oranın % 27'lik bölümünün ilaç teknoloji olduğu bilgisi temelinde, sadece sevklerin durdurulması ile 4 milyar dolara yakın bir tasarruf sağlanacağı ortaya çıkmakta. Yukarıdaki rakamlarla birlikte, hemen ulaşılabilecek miktarın 35 milyar dolara ulaştığını söylemek mümkün. Derli toplu bir kamusal örgütlenme bağlamında, bu paranın şimdikinden çok daha eşitlikçi ve etkin bir sağlık hizmeti sunma olanağı vereceği açıktır.
- Hizmet Sunumunda Mevcut Durum:
Hizmet sunumunun temek birimleri, sağlık ocakları. Ülkemizde, ortalama 11730 kişiye bir sağlık ocağı düşmekle birlikte, bu rakam bölgelere, illere ve il içinde semt ve mahallelere göre önemli eşitsizlikler sergilemektedir. Bilindiği gibi bu konuda Güneydoğu Anadolu bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi ile İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Bursa, Eskişehir vb. gibi büyük iller daha dezavantajlıdır. Örneğin İstanbul'da bir sağlık ocağı başına düşen nüfus 40 bin ortalamayken, Şanlıurfa'da bu rakam 22 bindir. 2004 yılı itibariyle 6066 sağlık ocağımız mevcut. Maalesef, bunların % 22,3'ünde hekim yok. Her 10 bin kişiye bir sağlık ocağı yapılması gereğinden yaptığımız hesaba göre, 1776 sağlık ocağına daha ihtiyacımız var. Dolayısı ile ilk aşamada, 3129 hekim (hekimi olmayan sağlık ocakları + yeni sağlık ocakları) ve 1776 sağlık ocağı temini ile (inşaat bitene kadar, kiralama ve satın alma yolu ile) hemen işe koyulabiliriz. Bu sağlık ocaklarının bine yakını İstanbul ağırlıklı (822) olmak üzere Marmara Bölgesi'ne gerekirken, 294'ü İç Anadolu'ya (217'si Ankara) ve 378'i Güneydoğu ve Doğu Anadolu'ya olacaktır.
Derdimiz, sadece eksik birimleri tamamlamak mı? Bu yenileme, sağlık hizmeti sunumunu nasıl etkileyecek? Biz bu temel birimlerin, sağlık ocaklarının, halkın ilk başvuru yeri olması konusunda gereken personel ve donanım ile desteklenmesi gereğinin da altını çiziyoruz. Şu anda, tüm sağlık kurumlarına 217400 başvuru var, bir yılda. Bunun sadece 74500'ü (% 35) sağlık ocaklarında gerçekleşmekte. Biz bu oranın % 90'a ulaşmasını hedefliyoruz ve mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada, yeni bir hesaplama yaptık. Toplam nüfusumuz 70 milyon ve her bir bireyin bir yılda ortalama 4 kez sağlık kurumuna başvurduğunu varsayalım. Ki; şimdiki rakam, 2,4. Bu, toplam 280 milyon poliklinik eder. Bu poliklinik başvurusunun, eksiklerini tamamladığımız sağlık ocaklarınca karşılandığını varsayarsak, her sağlık ocağında günde 100'ün altında hasta yükü ortaya çıkıyor. Bir sağlık ocağında 3 hekim poliklinik yapsa, 33 civarında hasta bakmış olunur. Doğal ki, burada bir kaba projeksiyon yapıyoruz. Koruyucu sağlık hizmetleri ve diğer sağlık personeli yükünü hesap etmememiz, onları önemsemediğimizden değil, bu işin öz olarak mümkün olduğunu göstermek amacıyladır.
Varsaydık ki, bu sistem işledi ve başvuruların % 90'ını sağlık ocaklarında çözümledik. Geriye % 10'luk bir hasta yükü, yani 28 milyon sevk kalmakta. Bunları da hastaneye gönderdik. Bunun anlamı, şu andaki hastane poliklinik yükünün 1/5'ine düşürülmesi demektir. Yani şu anda, daha az bir başvuru oranı ile 150 milyon civarında olan hastane poliklinik sayısı, 28 bine düşecektir. Bu hastaların da, yaklaşık ¼'ünün yataklı tedaviye ihtiyacı olduğunu hesaplasak, 7 milyon kişi eder (şimdi, 6.4 milyon). Bu tablonun anlamı, hastanelerin asli işlevine dönmesi demektir. Birinci basamağın iyi çalışmaması nedeni ile birer ayaktan bakım merkezine dönen hastaneler, asli işlerine, yani yataklı tedaviye yöneleceklerdir. Bu arada, yatan hastaların yarısının ameliyata ihtiyacı olduğunu düşünürsek, yılda 3.5 milyon ameliyat gerekecektir. Bu noktada, bir iş yükü artışı bekliyoruz. Çünkü mevcut sayı 500 binin biraz üzerinde. Ancak, bu durum da, hastanelerin asli işlerine dönüşünün bir gereğidir.
- Bunlara ek olarak, sağlık ocaklarında teşhisi konulan hastaların ilaçlarının önemli bölümünün ücretsiz karşılanabileceğini de söylüyoruz. Eriş Bilaloğlu arkadaşımın yaptığı hesaplamaya göre, Sağlık Bakanlığı Hastalık Yükü Araştırması'nda ülkemizde en sık görüldüğü tespit edilen 10 hastalığın (yaklaşık 150 milyon poliklinik) depo fiyatı üzerinden karşılığı 5 katrilyon TL civarındadır. Alt yapısı iyileştirilmiş ve halkın ayağına kadar giden sağlık ocakları zincirinin, ilaçlarının önemli bölümünü de ücretsiz karşılaması, hizmete ulaşmadaki engelleri azaltacaktır. Bu hizmeti verecek olan sağlık çalışanlarının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin de şart olduğunu vurgulamalıyız. Örneğin, döner sermaye ya da performans yerine doğrudan bütçe kaynaklı gelir ilkesi üzerinden sağlık çalışanlarının maaşlarının ikiye katlanmasının da, yaklaşık 7.5 katrilyon TL olduğu hesaplanmıştır. (Soyer-Bilaloğlu, 2005) Bu somut adımların yanı sıra, ilke düzeyinde bazı önerileri de eklemek gerekir. Her şeyden önce, kamu sağlık yatırımlarının arttırılması gerekiyor. Sağlık ocakları sayısının arttırılmasının yanı sıra, bu kurumların alt yapılarının çağdaş hale getirilmesi, bu bağlamda ele alınmalıdır. Ancak, kısa dönemde yeni hastane yapılması önerilmemektedir. Önemli olan, basamaklı sağlık örgütlenmesinin ciddi bir biçimde hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada, sevk sisteminin uygulanması zorunludur.
- Kamu sağlık kurumlarında daha önce yapılan taşeronlaştırma ve özelleştirmeler sonlandırılmalı, kamu sağlık hizmetleri genişletilmelidir. Hizmet satın alma ve özel sektöre sevk işlemleri durdurulmalıdır. Malzeme satın alma ve özel sektöre sevk işlemleri durdurulmalıdır. Malzeme satın alma süreçleri ise tasarruf mantığı ile yeniden düzenlenmelidir.
- Kamu sağlık personelinin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, olası bir sağlık reformunun olmazsa olmazıdır. Öncelikle, bu personelin ücretleri arttırılmalıdır. Bu artış, kademeli olarak sürdürülmelidir. Ücretlendirme sistemi, koruyu hizmetler, halk sağlığı alanı, riskli işlerde çalışma, mahrumiyet bölgelerinde çalışma durumlarında olanları kayırıcı biçimde yeniden düzenlenmelidir. Tam zamanlı çalışma sistemine geçilmelidir. İş güvencesi, tartışma konusu yapılmamalıdır. Kamu sağlık kurumlarında siyasal kadrolaşmaya olanak vermeyecek düzenlemeler yapılmalı, bu anlamda sağlık çalışanlarının, gerek işyeri gerek sektör düzeyinde katılımlarına olanak verecek mekanizmalar oluşturulmalı, var olanlar geliştirilmelidir. Sağlık sektöründe çalışanların örgütlenmeleri önündeki engeller kaldırılmalı, grevli toplu sözleşme hakkı tanınmalıdır.
- Sağlık hizmetlerinin bu noktada tek elden toplanması elzem olmaktadır. Ciddi bir planlama çerçevesinde, ilk basamaktan, üçüncü basamağa kadar sağlık hizmetleri tek elden toplanmalı, kademeler arası dayanışma ve yardımlaşma be tek elden toplanmanın ana bileşeni olmalıdır.
- Sağlık sektörünün en önemli alanı ilaç ve teknoloji alanına müdahale edilmelidir. İlaç ve teknoloji alanında, iki başlıkta adımlar atılabilir: Birincisi ve en önemlisi, bu alanda yeterli üretimin kamu eliyle sağlanmasıdır. Diğeri ise üretimin sağlanmasına kadar geçen sürede ya da üretim olsa bile, ilaç hammaddesi alımlarında daha ucuz alım seçeneklerinin hayata geçirilmesi, mamul madde alımlarının denetlenmesi, kamu kurumlarının ilaç alımlarının toplu halde yapılması gibi önlemlerdir. Tıbbi teknoloji alanı ise kesinlikle planlanmalı ve gelişigüzel ithalata olanak verilmemelidir.
9. Bu adımları arttırmak ve çeşitlendirmek mümkün ama burada ana konularda somut adımların atılması halinde, sağlıkta iyileştirmenin hiç de hayal olamadığını göstermekle yetinelim. Sağlık hizmet sunumu ile finansmanı tek elde topladık, birincil basamağı ve bütüncül yaklaşımı merkeze aldık, birinci basamak alt yapısını hızla tamamladık, ikinci basamak hizmetleri gerçek nüfusu ve iş yükü ile karşı karşıya bırakarak verimli kıldık, sevk zincirini oturttuk, en çok görülen 10 hastalığın ilaçlarını ücretsiz olarak birinci basamakta temin ettik, özel sektöre verilen teşvikler ile aktarılan kaynakları iptal ederek hizmetleri planlama dâhilinde tamamıyla kamu eliyle sunduk, vb. Çerçeve bu. Ama burada önemli bir noktayı atladık: Toplumun en küçük birimlerinden ülke düzeyine kadar katılarak denetlediği bir işleyiş olmadan bu adımlar eksik olacaktır.
Elif Cengiz
Okuldan mezun olurken, hekimlerin Hipokrat yemini ettikleri gibi, bizim de bir yemin törenimiz vardı. Meslek hayatımda okuldaki hocalarımın bana öğrettikleri gibi, bu yeminlere her zaman bağlı kalmaya çalıştım. Mezuniyetimden sonra meslek hayatımın başlangıcı idi “Veli Lök Özel Tedavi Merkezi”. Yeni görevimin ilk günlerinde, Veli Hocam’ın önderliği ile Almanya – Nürnberg’de kısa eğitim dönemi daha geçirdim.
Okuldaki aldığım eğitim ile başladım yazıma; çünkü belirtmek istediğim önemli bir hususa değinmek istiyorum eğitim konusunda. Meslek hayatıma başladığım, asıl eğitim aldığım yer; bilime, tekniğe, öğrenmeye ve öğretmenin yanı sıra sayamayacağım insani zenginliğe ulaşmanın yolunu açan, bir dolu mükemmel özelliği ile Veli Hocam’ın yanı oldu.
Bir işveren olarak kendisini kısaca anlatmak isterim, fakat ben işyerimi her zaman bir aile ortamı olarak gördüm; bu sebeple çok kalıp ifadelere yer vermeden anlatmaya çalışacağım.
Her şeyden önce hümanist bir insan. Sanırım bu özellik başta olunca, diğer bütün özellikleri barındırıyor insan bünyesinde. Ya da en azından ben onu gördüm kendisinde. Bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışma azmi vardır. Bazen düşünürüm; Veli Hocam’ın hayata bakışı ve çalışma azmi Türkiye siyasi liderlerinde olsa, Türkiye bugün daha iyi şartlarda olurdu, bundan eminim. Yaptığı her işte, özellikle hastaları konusunda son derece titiz davranır, son derece sabırlı, sakin ve dikkatlidir. Bana meslek hayatımın başından beri söylediği bir söz vardır; “Elif, Atatürk formülünü hayatında her zaman kullan” der. Yani yaptığın her işi iki kez kontrol et. Gerçekten de bu formül sayesinde iş hayatı başta olmak üzere, özel hayatta da hata yapma oranı en aza indirgenebiliyor. Çoğu hekimler, bizim çalışma sistemimizi bilir. Fakat ben kısaca bundan da bahsetmek istiyorum. Veli Hocam ile Almanya’daki sistemi ile çalışıyoruz. Her hastaya muayeneye birlikte giriyoruz. Hocam daha çok hasta ile konuşmaya vakit ayırıyor. Ben de, kendisinin bana söylediği anamnez, tanı, tedavileri kayıt ediyorum. Yazdığım her şeyi kontrol edip imzaladıktan sonra, hastaya kendisi veriyor. Bazen muayenede yanında olmadığımda yorulduğunu ifade ederek, yaptığım işin önemini vurgulayıp beni teşvik ve onore etmeyi ihmal etmiyor. Bu çalışma sistemi sayesinde mesleki açıdan kendimi çok gelişmiş hissediyorum. Bazen hastanın anamnezini dinlerken, tanısı ile ilgili kafamda bilgiler oluşmuyor da değil.
Kendisinin çalışma alanı sadece tıp ile sınırlı kalmadığı için, Türkiye İnsan Hakları Vakfı İzmir Temsilciliği gibi çok önemli ve çok büyük sorumluluk taşıyan ve gerçekten insancıl özelliği ile çok bağdaşan bu önemli görev başta olmak üzere, daha birçok alanda aktif olarak faaliyet gösterdiği için, bana sekreterlik niteliğimi geliştirmek açısından çok büyük emekleri ve katkıları vardır. Özet ile ifade edecek olursam; bitmek bilmeyen öğrenme ve öğretme isteği, bilime, tekniğe verdiği önem, çalışma azmi, faydalı olma isteği ve şu an sayamadığım ve saymak ile bitiremeyeceğim birçok güzel yanı ile meslek hayatımda çok büyük artılar getirdi bana. Bu vesile ile ben de kendisine bitmek bilmeyen minnettarlığımı ifade etmek isterim.
Veli Hocam’ın özel hayatımda da çok önemli bir yeri vardır benim için. Yeri geldiğinde çok iyi bir baba, bazen çok vefakar bir dost olmuştur bana. Birçok sıkıntımı O’nun varlığı sayesinde aşarak, ayakta durmanın mümkün olduğunu fark ettim. Bu yönü ile tekrar O’na şükranlarımı ifade etmek isterim.
Hayatım boyunca bende, her yönü ile çok önemli bir yere sahip olan ve olacak olan hocama, duygularımı çok kısa da olsa ifade şansı bulduğum için çok mutluyum. Nice başarılı ve sağlıklı yıllara hocam, iyi ki varsınız!
En derin saygılarımla…
VELİ HOCA, MEZUNİYET TEZİM ve BEN
Soru vardır ya hemen tüm çocuklara bıktırırcasına sorulan. 'Büyüyünce ne olacaksın ?'diye. Bu sorunun tıp fakültesi öğrencileri için uyarlanmış şekli herhalde ' Ne doktoru olacaksın ?' olsa gerekir. Hep düşünmüşümdür bu soruyu kaç tıp fakültesi öğrencisi gerçek anlamda irdelemiştir diye. Hangi şartlar ve koşullardır bir pratisyen hekimin branşlaşacağı dalı seçmesinde etkili olan. Kendi yeteneklerinin o dala uygunluğu, kazanacağı prestij, tercih edilen bir branş olması, ihtisaslaşma arzusu, ekonomik üstünlük gibi bazıları şu anda benim aklıma ilk gelenler.
Lise çağlarında mühendis olmak istiyordum. O nedenle de liseden mezun olduktan sonra 2 ay kadar ODTÜ ye devam etmiş ve sonra çeşitli nedenlerle EÜTF ne geçmiştim. Ama aklım yine mühendislikte idi. 1978 yılının ortalarında mezuniyetime 1.5 yıl kalmıştı ve ben daha ne yapacağıma tam karar verememiştim. Belli bir süre pratisyen hekim olarak mı çalışacaktım, hemen ihtisasa mı başlamalı idim, hangi branşta, nerede, nasıl gibi sorular aklımdan geçip duruyordu. Aslında o ana kadar hiçbir tıp dalına da farklı bir ilgi duymamıştım. Derken ortopedi stajına başladım. Ortopedi beni inanılmaz derecede etkilemişti. Bu dalda bana göre her şey vardı. En başta da 6 yılımı verdiğim tıp eğitimimi asıl amacım olan mühendislikle bağdaştırabiliyordum. Staj sonunda kararımı vermiştim, ben ortopedist olacaktım.
Ortopedi kliniğine gidip gelmeye başladım. Ekiple kısa zamanda kaynaşmıştım. İlker abi, Ali abi, Tufan abi, Baki abi, Bülent abi şu anda ekipten aklıma ilk gelen isimler. Artık dersler dışındaki zamanımın çoğu nöbetlerde dahil olmak üzere ortopedi kliniğinde geçiyordu. Bu arada ortopedi kliniğinin girdisini çıktısını da öğrenmeye başlamıştım. Kliniğin yapılanması, çalışma şekli, yönetilmesinde özellikle asistan ve başasistan grubunun etkinliği, bu gurubun eğiticilerle olan ilişkileri en fazla dikkatimi çeken unsurlardı. Tüm bu ilişkilerin ve çalışma şeklinin yapılandırılmasında Veli hocanın etkisi hemen fark ediliyordu. Hocanın çalışma şekli- özel sekreteri vardı-, hastalarına yaklaşımı, asistanlarla olan ilişkileri ve liderlik niteliğinden çok etkilenmiştim. Bu nedenlerle o zamanlar tüm EÜTF mezunlarının vermek zorunda oldukları mezuniyet tezimi hangi klinikten ve kimden alacağıma kolayca karar verdim. Tabii ki ortopediden ve Veli hocadan.
Hocaya konuyu biraz çekinerek açtım. Çünkü o çok yoğundu ve bana ne kadar zaman ayırabileceği konusunda kuşkularım vardı. Ama Veli hoca bana yardımcı olabileceğini söyledi. Bir ay süre ile haftada 2 gün tezin konusunu tartıştık. Ortopedi konusunda ciddi bir bilgisi olmayan ama karıştırdığı iki üç kitaptan bulduğu başlıklarla iddialı bir mezuniyet tezi yapmak isteyen bir öğrencisine hoca her defasında neyin neden olamayacağını sabırla anlatıp kendisine daha uygun bir tez konusu bulması konusunda onunla ilgileniyordu. Çalışacağım konu başlıkları konusunda da beni tamamen serbest bırakmıştı ama hocaya tez konusu kabul ettirmek çok zordu. Ülkemizin ortopedi sorunlarından biri olacak, tıp fakültesi öğrencisinin anlayabileceği ve yapabileceği bir çalışma olacak, uygulanabilir sonuçlar çıkarılacak. Tezin temel ön şartları bunlardı. Bir ay sonunda konuyu saptamıştık.'Açık kırıkların sağaltımındaki temel ilkeler '.
Hocaya göre ortopedi ihtisası yapmasam bile böyle bir çalışmadan edineceğim bilgilerin bana tüm mesleki yaşamım boyunca yararı olacaktı. Ayrıca hoca, saptayacağım temel ilkeler ışığında klinikte yapılan uygulamaları da değerlendirmemi ve sonuçlarını belirtmemi istiyordu. Sadece konunun ve yöntemin saptanmasının bu kadar zaman alması gözümü korkutmuştu. Bu iş beni epey uğraştıracaktı.
Tez üzerinde 1.5 yıl çalıştım. Bu süre zarfında hoca ile haftalık toplantılarımız devam ediyordu. Ben zaman zaman hocanın artık benden sıkılabileceğini düşünüp her seferinde onun yüz ifadesini değerlendirmeye çalışıyordum. Bir hoşnutsuzluk, bıkkınlık sezinlesem en azından yanına o kadar sık gidemezdim ama hiç böyle bir duyguya kapılmadım. Hatta aramızda bir yakınlık oluşmuş ve ben hoca ile daha rahat konuşur ve tartışır olmuştum. Hoca, yaptıklarımı eleştirip neleri nasıl düzeltmem gerektiğini anlatırken eleştirilerinin dozunun fazla kaçtığını anladığı an beni cesaretlendirmeyi de ihmal etmiyordu. Daha sonra AÜTF de ihtisasımı bitirip ortopedi dünyasına adımımı atıp Veli hocanın o topluluktaki yerini görünce onun bir tıp fakültesi öğrencisi için yaptıklarının değerini daha iyi anlayıp takdir edecektim.
Tezimi bitirip teslim ettiğimde hoca iyi bir çalışma yaptığımızı ve bu çalışmadan çok yararlanacağımı söylüyordu. Ben ise o günkü bilgi eksikliğim ve deneyimsizliğim nedeni ile olsa gerek hocanın olayı biraz abarttığını zannediyordum. İlk şoku asistan giriş sınavlarında yaşadım. O yıl kadro olmadığı için EÜTF Ortopedi kliniği asistan sınavı açmadı. Ben de diğer fakültelerin sınavlarına giriyordum. Her sınavda mutlaka açık kırıklarla ilgili bir veya birkaç soru geliyor ve yazılı sınavdan sonra jüri yanıtlarıma bakıp sözlü sınav sırasında bu konuda benimle çok ayrıntılı olarak tartışıyordu. Kazandığım asistanlık sınavlarında yapmış olduğum mezuniyet tezinin olumlu etkilerini görüyordum ve bunda da en önemli pay kuşkusuz Veli hocaya aitti.
Mezuniyetimden sonra Veli hoca ile olan ilişkilerim gelişerek sürdü. Hocanın mesleki yaşantımda yapmış olduğum aşamalarda her zaman olumlu katkıları olmuştur. Bilimsel toplantılarda zaman zaman farklı fikirleri savunduk, tartıştık ama her zaman ne demek istediğimizi anladık. Hocam benim ortopediye adım atmamdaki ilk basmaklardan biri idi. Birçok öğrencisinde olduğu gibi sadece bilimsel açıdan değil ama kişiler arası ilişkiler, mesleki olgunluk, olayların değerlendirilmesi gibi konularda örnek aldığım ender kişilerden biri olmuştur.
İyi ki seni yakından tanıdım Veli hocam.
Her şey için çok teşekkürler.
Haluk Ağuş
VELİ LÖK: DURU BİR SU KADAR TEMİZ YAŞAM
1967-68 döneminde Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde başlayan Tıp öğrenciliğim. Öncesinde nasıl bir şey olduğunu bilmediğim, Morfoloji hocamız Prof.İsmail Ulutaş'ı uzun beyaz önlüğü içinde ve yuvarlak gözlükleri ile Muhittin Erel Anfisinde görünce anladığım, profesör böyle bir şeymiş demekle başlayan öğrencilik yıllarım. Mezuniyet ve arada geçen mecburi hizmet ile askerlik dönemi sonrası 1976-1982 yılları arası Ege Üniversitesi Tıp Fakültesindeki asistanlık ve başasistanlık yıllarım. Ömrümün yaklaşık 13 yılını geçirdiğim o güzel okulum. Hüzünlü dönemleri de olsa hep güzel yanlarını öne çıkardığım, şimdilerde belleğimde köşe kapmaca oynayan, sisli bulutlar arkasında yerli yerine oturtmaya çalıştığım anılarım.
Onurlu bir dünya görüşünün peşine düştüğümde, sözcüğün tam anlamı ile onlarca dost edindim orada. Kendilerini örnek aldığım saygıdeğer hocalarımı, ağabey ve ablalarımı ben hep orada tanıdım. Onlarla hayat serüveni adına çok şeyi paylaştım. Yavuz Aksu'yu, Erol Mavi'yi, Türkan-Orhan Süren'i, Fikri-Senay Öztop'u, Saliha-İnan Soydan'ı, Müge Tunçyürek'i, Gülşen Çoruh'u, Nezihe-Cumhur Ertekin'i, Altan Kayan'ı, Ataman Tangör'ü, Oya-Selçuk Tuncer'i, Kemal Pamukçu'yu, Esin Faik Üstün'ü ve de tabii ki Veli Lök'ü...
Kendilerini tanımaktan kıvanç duyduğum, yaşamlarına ve mücadelelerine tanıklık ettiğim bunca ismin arasında diğerlerinin olduğu gibi Veli Hoca'ya ait anıların da bende ayrı bir yeri var. Veli Lök'ün bilim adamlığını, mesleki başarılarını elbette branş meslektaşları dile getireceklerdir. Ama o, sadece önemli bir bilim adamı değil, aynı zamanda toplumsal, siyasal ve insan hakları gibi konulardaki evrensel çalışmaları ile de hepimize örnek olmuş bir insandır. Bu yolda zaman zaman bedelini ödemek zorunda kalsa da kendine yakışanı, dürüst ve onurlu olanı seçmiştir. 12 Eylül darbesinin Ege Üniversitesi'ndeki hedeflerinden birisi de oydu. Hem Cumhurilyet tarihimizin hem de üniversitelerimizin kara dönemi olan o günlerde 1402'lik olmuş, her türlü jurnalin hüküm sürdüğü o dönemde üniversiteden uzaklaştırılmıştı, tıpkı onunla aynı kaderi paylaşan arkadaşları gibi. 12 Eylül sonrası işkencenin vaka-i adliyeden sayıldığı dönemin hemen ardından işkencenin saptanmasında kullanılan yeni bilimsel tıbbi yöntemlerin uygulayıcılarının ön saflarında Veli Lök'ü görürüz. 1402 ile uslanmayan! bilim adamı, insan hakları savunucusu olarak insanlık kariyerine yeni bir sayfa eklemiştir artık. Öncesinde olduğu gibi mahkeme salonları yine onu ağırlamaya devam edecektir. Dayanışma amacı ile gitttiğim bazı duruşmalarında, ona ve arkadaşlarına onlarca insanın destek verdiğini gördüm. O her zaman ki sakin, bilge kişiliği ile her davadan daha da güçlü çıkmasını bilmiştir.
Önce insan olarak, sonra hekim, öğretim üyesi, tabip odası başkanı, insan hakları savunucusu olarak hem öğrencilerine hem meslektaşlarına adeta idol olan Veli Lök bir dönem millekvekili adayı olarak da siyaset sahnesinde görünmüştür.
1978-1979 döneminde Tıp Fakültesi Asistan Temsilciliği yaptım. Asistanların özlük ve demokratik sorunlarında onun hep yanımızda olduğunun birinci elden tanığıyım. Kanımca bugünküne kıyasla daha demokratik üniversite koşullarının hakim olduğu o yıllarda, asistanların demokratik taleplerini hep desteklemişti. Örneğin fakültemizde öğretim üyelerinin bir bölümü ile asistanları karşı karşıya getiren “Döner Sermaye” sorununda tavrı biz asistanlardan yana olmuştu. Asistan temsilcisi olarak Veli Lök ve demokrat diğer öğretim üyelerinin desteğini güçlü bir şekilde arkamda hissetmem nedeni ile Fakülte Yönetim Kurulu toplantılarında başım hep dik dururdu. Bilirdim ki temsil ettiğim asistan arkadaşlarımın haklı davalarında Veli Hoca ve diğerleri yanmızdadır. İzmir Tabip Odası, TÜMAS, (Tüm Asistanlar Derneği) TÜMÖD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) ve TÜS-DER (Tüm Sağlık Emekçileri Derneği) gibi demokratik kitle örgütleri ile de dayanışma içindeydik.
Bu döneme ait bir anımı da anlatmak isterim. Dönemin Fakülte Dekanı döner sermaye dağıtımında, katma değerin asıl sahibinin öğretim üyeleri olduğu gerekçesi ile asistan paylarının azaltılması yönünde Fakülte Yönetim Kurulu'ndan karar çıkarmak için çaba sarfediyordu. Biz asistanlar da yaratılan değerde emeğimizin küçümsenmesini kabul etmiyor, buna karşı çıkıyorduk. O günleri yaşayan arkadaşlar anımsar, bu döner sermaye konusu fakültede başlı başına bir sorun olmuştu. Dekanı protesto için topluca makam kapısına siyah çelenk bırakmıştık. Bu nedenle de 105 asistan hakkında soruşturma açılmıştı. İşte bu ortam içinde TÜMAS (Tüm Asistanlar Derneği) ile Fakülte Asistan Temsilciliği'nin ortak bir basın açıklaması yapması kararlaştırıldı. Bildiriyi TÜMAS İzmir Şube Başkanı Hasan Miri ağabeyimiz ile ben hazırlayıp, imzalayacaktık. Bildiri metnini hazırlarken Hasan Miri, fakültede özel prim çalışması yapa öğretim üyelerini ve bunların kazançlarını da miktar olarak metne koyalım dedi. Prim çalışması yapanlar arasında Veli Lök de vardı. O dönemlerde prim çalışması bizim dünya görüşümüze ters geliyordu. Oysa bugünden baktığımda emekle yapılan bu uygulamaya neden o denli karşı çıktığımızı anlamakta zorlanıyorum. Her neyse, asistan sorunlarına hep duyarlı yaklaşmış, demokratik taleplerimizde bizi yalnız bırakmayan bir öğretim üyesini inciteceğini ve yanlış bulduğumu söyleyerek böyle bir bildiriye imza atmayacağımı söyledim. Birlikte bulunduğumuz yaşam dilimi içinde dostluğundan keyif aldığım, kendisinden çok şey öğrendiğim ve bugün de anısı önünde saygı ile eğildiğim Hasan Miri ise bunda yanlış olmadığını belirterek, bildirinin o hali ile çıkmasında ısrar ediyordu. Uzun tartışmalarımız sonunda uzlaşma olmadan ayrıldık, ortak bildiri yerine Asistan Temsilciliği olarak basın bildirisi yayınlandı. Ertesi gün bu bildiri basında da yer aldı. Bu olayda Hasan Miri'nin Veli Bey'e karşı özel bir tavrı olduğunu o zaman düşünmemiştim, şimdi de düşünmüyorum. Sadece halk arasında söylendiği gibi “Doğrucu Davut” luk olarak yorumluyorum. İlkelerinden ödün vermeyen dürüst kimliği ile dostlarının yüreklerinde yer eden Hasan Miri'yi de bu vesile bir kez daha saygı ile anıyorum.
1978 1 Mayıs'ı. Kitlesel coşku ile kutlanan 1 Mayıs'ları hazmedemeyen egemen güçler ve onların gizli işbirlikçileri tarafından kana bulanan 1977 yılı 1 Mayıs'ı sonrası İzmir'den yeniden yollara dökülüyoruz. İstabul'a gidecek sendika işçileri, demokratik kitle örgütleri üyeleri, aydınlar, demokratlar bir gün öncesi akşam Halkapınar'daki Atatürk Stadyumu önünde buluşarak İzmir Tabip Odası'na tahsis edilen otobüse biniyoruz. İzmir'den İstanbul'a gidiş organizasyonu ile Disk-Maden İş görevli. Saat 21.00 de hareket deniyor, yola çıkıyoruz. Bakıyoruz Tabip Odası Başkanımız Veli Lök otobüste yok, yokluğuna anlam veremiyoruz. Ertesi gün Taksim Meydanı'nda Veli Bey'in o dönemde TİP bağlaşığı olan Pahalılık ve İşşizlikle Mücadele Derneği korteji ile yürüyüşe katıldığını öğreniyoruz. Buna çok içerliyoruz. Halbuki Veli Bey o gün Tabip Odası otobüsünü 5-10 dakika farkla kaçırmış, bir başka otobüsle İstanbul'a gelmiş ve kendisinin beklenmemesine de olan kırgınlıkla Tabip Odası ile değil kendine yakın bulduğu bir dernekle birlikte yürümüştü. Kutlamalar sonrası İzmir'e döndüğümüzde 1 Mayıs değerlendirmesinın yapıldığı Tabip Odası toplantısında oklarımızı oda başkanımız Veli Bey'e yöneltiyoruz. Nasıl olur da hem de başkan olarak Tabip Odası ile değil başka bir dernek flaması altında yürürsünüz diye. O günü çok iyi hatırlıyorum, en sert eleştiriyi yapanlardan biriydim. Bugün rahatlıkla itiraf edebilirim ki, eleştirilerin altında yatan nedenlerden biri de, adı geçen dernekle İzmir Tabip Odası'nda ağırlığı olan ve benim de içinde bulunduğum sol siyaset çizgisinin farklılığı idi. Ama o her zamanki olgunluğu ile döneminde saygınlığı üst düzeyde olan İzmir Tabip Odası'nın başkanlığı görevini büyük bir özveri ile sürdürdü. Tabip Odası en parlak dönemlerinden birini onunla yaşadı.
Ege Tıp'tan 1402'lik öğretim üyeleri için bir veda toplantısına karar vermiştik. Sıkı yönetim koşulları altında bu toplantı aleni yapılamazdı. O nedenle gözden ırak olması için Pınarbaşı'nda bir restoranda bir akşam yemeği düzenlendik. Oldukça fazla katılımın olduğu bu yemekte 1402'lik öğretim üyelerimiz ve asistan arkadaşlar hüznün neşeye karıştığı buruk bir gece yaşadık. Sıkıyönetim emri ile fakülteden ilişiği kesilenler arasında Veli Lök onuruna da kadehler kalkmıştı. Ve o gece tüm katılanların birlikte söylediği, o dönemlerde popüler olan “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısı ile bir yerlere mesaj gönderiyorduk.
O gece orada söylenen o şarkının sözleri, yıllar sonra, bir takım yargı süreçlerinden sonra gerçekleşmiş, öğretim üyelerimiz “gece” değil ama “gündüz”, “ansızın” değil ama “haberli” olarak fakülteye geri dönmüşlerdi. Veli Lök hoca da tekrar asistanlarına, öğrencilerine kavuşmuştu. Fakat bu kez, o geceye katılan asistanlardan büyük bir bölümü fakülteden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir kısmımız gizli örgüt üyesi olarak gözaltına alınmıştık. Kimimiz savcılıkca bırakılmış, kimimiz hakkında dava açılmış kısacası mimlenmiştik. Cunta tarafından değiştirilen YÖK yasasına göre de, asistanlık sözleşmeli hale getirilmişti. Bu koşullarda orada kalabilmek artık olanaksızdı. Sözleşmeler 6 Kasım 1982'de yapılacaktı, bu tarih aynı zamanda bizi fakülteden atacakları tarihti. Onların bizi fakülteden atma heveslerinin gerçekleşmemesi için birçok asistan ve başasistan arkadaşımız istifa ederek başka kentlere göçtük. Veli Lök ve diğer 1402'lik hocalarımız döndüklerinde bambaşka bir üniversite ve fakülte bulacaklardı.
Kızım galiba 7 yaşında idi. Tek taraflı diz ağrıları belirmişti. Çoğu kez gece uykularından ağrı ile uyanıyordu. Bazı tetkik ve araştırmalardan sonra Ortopedi uzmanı arkadaşlarımız benign bir tümör olan “Osteid Osteoma” tanısında birleştiler. Veli Hoca'ya da danışmamızı önerdiler. Tanıyı o da doğruladı, çözümün ameliyat olduğunu söyledi. Ameliyat tarihi kararlaştırıldı ve Veli Hoca ameliyatı gerçekleştirdi. Kendisine Dr. Ahmet Sebik ağabey asiste etti. Ona da buradan sevgilerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Kızımızın postoperatuar dönem gecesi cerrahi müdahalenin doğal sonucuna bağlı ufak tefek ağrılar dışında ağrıları bıçak gibi kesilmişti. Ondan sonra da bir daha ağrısı olmadı. Bir hasta ana-babası olarak Veli Hocaya yaşamımız boyunca şükran duyduk. 1 Mayıs yürüyüşü nedeni ile yıllar önce kendisine sert eleştiriler yaptığım bu insan kızımı sağlığına kavuşturmuştu. Ameliyat gecesi kızımın başında beklerken o olayı anımsadım. İçimi bir mahcubiyet duygusu kapladı. Ama oradaki tartışma nedeni ile o bize kızmamıştı, darılmamıştı. İlişkilerimiz bu günlere dek süregelmişti. O zaman haklı olduğumuza inanıyorduk. Oysa bugün en azından kendi adıma Veli Lök'e bir özür borçlu olduğumu düşünüyorum. Kendisi de bunu ilk kez buradan duyacaktır.
Lök veya lök gibi dikilmeyi edebiyatçılarımız “bir yere bütün heybetiyle, ağırlıyla dikilmek” olarak kullanırlar. Veli Lök de soyadına yakışır biçimde yaşamı boyunca idealleri ve ilkeleri için hep birilerinin kaşısına lök gibi dikilmiş, hiçbir zaman eğilmemiş, hiçbir zaman yılgınlığa kapılmamış her koşulda ülkesinin bağımsızlığının, demokrasi ve insan haklarının kararlı savaşçısı olmuştur. Ne mutlu bize ki, onun dostlarıyız.
Sevgili Veli Lök, sevgili hocam, duru bir su kadar temiz yaşamınızın bir kıyısında bize de yer verdiğiniz için sağ olun. Sürdürdüğünüz erdemli yaşamınızla bizlerin yaşamlarını da zenginleştirdiğiniz için var olun. Sağlıklı ve mutlu daha nice yıllara dileklerimle sizi sevgi ve saygı ile kucaklıyorum.
Dr. İrfan ASİL
Guernica Tablosu ( Pablo Picasso )
Prof. Dr. Ahmet Turan AYDIN
24.12.2006, Antalya
Veli Hoca’nın muayenehanesindeki çalışma odasına girdiğinizde, duvarlarda çok sevdiği, önem verdiği resimleri ve tabloları görürsünüz. Bu tablolarından birisi Pablo Picasso’nun ölümsüz resmi “Guernica” tablosudur. 1937 yılında, Nazi pilotlarının İspanya iç savaşında bir Bask kasabası olan Guernica’ya yaptıkları hava bombardımanları sonucu ölen 1600 sivil ve yaşanan ilk sivil katliam anısına yaptığı bir resimdir. Bu barbarlık, bütün dünya insanlığını sarsmış, kübist ressam Pablo Picasso’yu müthiş etkilemiştir. Bu trajik olay, bu sırada Paris’te yaşayan Picasso’nun ruh halini ve sanatını derinden etkileyecek ve “Guernica” tablosunu yapmaya karar verecektir. Sanrılı ve karanlık bir kasabanın kübist temsili olan bu tablo, savaşın acımasızlığı ve savaşın sonuçlarının evrensel bir simgesi olacaktır.
Veli Hoca’nın önem vererek duvara astığı bu tablonun, unutamadığım ilginç öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum:
Mart ( 12 – 18 ) 1990’da hocam ile birlikte bir hafta süren bir İtalya seyahati yaptık. Seyahatimizin amacı, İtalyanların tasarımladığı burgulu protezi ve uygulamalarını, İtalya’da düzenlenmiş bir seminerde izlemek ve cerrahi uygulamasını da protezin tasarımını yapan Prof. Dr. Carlo Celllea’nın çalıştığı Gervasutta Hastanesinde (Udine) görmekti. Ancak seyahatimizi Bologna’da Rizzoli Enstitüsü ve Prof. Dr. Mario Companacci’yi ziyaret ile birleştirdik. 12.03.1990 tarihinde İstanbul’dan Venedik’e uçan Alitalia uçağı ile İtalya’ya uçtuk. Kısa süren bir karayolu seyahati ile Udine’ye vardıktan sonra, şehrin lüks otellerinden Astoria Oteline yerleştik. Ertesi gün Gervasutta Hastanesi’ni ve Prof. Dr. Carlo Callea’yı ziyaret ettik ve ameliyathanede bizim için hazırlanmış ameliyatları seyrettik (Resim 1). O geceyi otelimizde geçirdikten sonra, ertesi gün tren ile Venedik’e gittik. Venedik’te yayan, zaman zaman da kanallarda seyreden taşıtlara binerek San Marco meydanına kadar önemli bulvar ve caddeleri gezdik. Bir Trattoria’da çok güzel bir öğle yemeği yedik (Resim 2). Ben eşim Asuman’a, hocam da gelin adayına, Murano yapımı cam takılar aldık. Hocam her zaman benim bu konudaki zevkimi ve danışmanlığımı över ve gelininin o takıları uzun zaman keyifle taktığını söyler. Öğleden sonra Bologna’ya giden hızlı trene bindik. İtalya seyahatimiz boyunca, sıklıkla trenleri kullandık ve trende geçirdiğimiz süre içerisinde ülke sorunları ve mesleğimizle ilgili çok derin sohbetler yaptık. Bu sohbetlerde bugün kurumsallaşmış olan “Artroskopi Kursları”nın temelini attığımızı ve ilk program örneklerimizi hazırladığımızı söyleyebilirim. 6–7 Nisan 1990 tarihinde yapacağımız ve Pinder’in (Freeman Hastanesi-İngiltere) katılacağı ilk diz protezi kursunun programını da bu tren seyahatlerinde oluşturduk.
Udine’de bize ev sahipliği yapanlar, sadece Bologna biletinin rezervasyonunda yardımcı olmuşlardı. Bologna’da kalacağımız oteli belirlememiş ve rezervasyon da yaptırmamıştık. Bunda biraz da benim İtalya’yı biliyor olmam ve bu konuda kendime güvenim etkili oldu. Bologna tren garının karşısında oteller olduğunu ve vardığımızda da yer bulacağımıza emindim. Hocam da benim deneyimime güveniyordu. Saat 23:00 civarında Bologna garına vardık. İlk bakışta gardaki aşırı kalabalık dikkatimizi çekti. Ancak nedenini anlayamadık. Mevsim için olağanüstü bir kalabalıktı. Hocamla birlikte dinlenme salonuna geçtik. Ben hemen garın karşısında olan ve ışıkları gözüken en yakın otele gittim. Ön bürodaki memura boş oda istediğimi söyledim. Erkek olan görevli biraz tebessüm ederek, ne kendi otellerinde, ne de Bologna’da boş oda bulabileceğimizi söyledi. Şaşırmıştım. Nedenini sordum. Görevli gülerek, Komünist Partisi’nin Olağanüstü Kongresi’nin olduğunu ve tüm İtalya’nın bugünden itibaren bir hafta Bologna’da olacağını söyledi. Şaşırmış ve yorgun olduğum için de üzülmüştüm. Yalnız olsam, sabaha kadar istasyonda bir kanepede yatar ve ertesi gün de Rizzoli’ye gidebilirdim. Ancak durumu hocaya nasıl anlatacak nasıl kurtaracaktım. Görevliye tekrar nerede yer bulabileceğimi sordum. Bana Modena’ya gidebileceğimizi ve orada yer bulabileceğimizi önerdi. Büyük bir hayal kırıklığı ile geri döndüm. Şimdi tren istasyonundaki anormal kalabalığın nedenini anlamıştım. Veli Hocama durumu açıkladım ve yakın bir telefon kulübesine giderek, telefon rehberinin sarı sayfalarından Modena’yı bulup, rasgele bir otel seçerek, iki oda rezervasyonu yaptım. Şansımız bize yardım etti ve hemen Modena’ya gidecek olan trende bilet bulabildik. Yaklaşık bir saat süren yolculuk sonrası, gece bir civarında Modena’daki otelimize ulaştık ve yerleştik. Bu durumu hep sıkıntı ve üzüntüyle anarım. Durumumuzu Antalya’da yer bulamayıp konaklamak için Burdur’a gitmeye benzettim. Bir de otele bir gece için verdiğimiz yaklaşık 100 $’a yanarım.
Sabah kahvaltısından sonra, telefonla Rizzoli’yi arayarak, ziyaret için geleceğimizi bildirdim. Daha önce de yazışarak geleceğimizi bildirmiştim. Tren yolculuğuyla Bologna’ya tekrar döndük. Hemen garın karşısında kalkan ve doğrudan Rizzoli’ye giden belediye otobüsüne bindik. Öğleye yakın bir saatte patoloji laboratuarında Picci ile buluştuk (Resim 3). Campanacci için ertesi güne randevu aldık. Picci bize enstitüye yakın bir pansiyon ayarladı. Taksi ile pansiyona geçip, kısa bir süre dinlendikten sonra, yürüyerek ve çevreyi keşfederek, “Piazza Maggiore”ye indik. Bologna’nın tarihsel dokusu, Veli Hocamı çok etkiledi. Gündüz saatlerinde olağanüstü bir durum yoktu. Piazza Miaggiore çevresindeki sokak ve mağazaları dolaştıktan ve akşam yemeği yedikten sonra, tekrar “piazza Maggiore”ye döndük. Karşılaştığımız manzara bizi hayrete düşürdü. Meydanın tam ortasında büyük bir çadır kurulmuş ve içerisine de sınıf düzeninde sandalye yerleştirilmişti. İçeride oturanlara dev bir televizyon ekranından konuşmalar aktarılıyordu. Sorduk ne olduğunu. Bize şu anda Komünist Partisi’nin önemli bir tüzük kurultayı yaptığını ve televizyonda gördüğümüz konuşmaların da kapalı spor salonundan naklen yapıldığını söylediler. Çok heyecanlanmıştık. Hocam da aynı şeyi düşünmüş olsa gerek; şaka yollu birbirimize takıldık. Bizi gören, Türkiye’den kongreye delege olarak gelmiş olduğumuzu düşünürler diye birbirimize şaka yaptık. Çadırdan dışarı çıkarak çevreyi dolaşmaya başladık. Çevrede kitap, tablo, hediyelik eşya ve yiyecek satan seyyar satıcı vardı. Kitap ve resim satılan bir yerden, hocam severek duvarına astığı “Guernica” tablosunu aldı. Bu tablo bana, her zaman bu ilginç tesadüfü ve anılarla dolu seyahati hatırlatır.
Hocamla birlikte yaptığımız bu seyahatin anıları, her zaman belleğimde tazeliğini korumakta ve birçok detayını dün gibi hatırlamaktayım. Trenlerde yaptığımız uzun seyahatler boyunca yaptığımız konuşmalar; bugün gerçekleştirdiğimiz birçok projenin başlangıcını oluşturması açısından da anlam taşımaktadır.
Babam, Veli Lök
Babamla ilgili bir anımı anlatmam istenince birden panikledim. Ne anlatabilirdim ki yüzlerce, her çeşit anım vardı. Ama ben hem onun kişiliğini hem de mücadelesini ifade edecek olayları anlatmak istedim.
Hayatında ki en büyük küfürün ''aferin'' olduğunu bilir misiniz? Ama onu öyle bir söyler ki daha kötü bir söz olamaz. Bu söz ağzından çıktığında anlardınız ki babam gerçekten çok kızmış. Hepimiz susardık ,yaptığımız hatayı düzeltmeye çalışırdık. Bu sözü bile çok sık kullanmazdı, ben bile ancak birkaç kez duymuşumdur. Birini çok net hatırlıyorum; matematik yazılısından bir almıştım . Ömrümde aldığım tek bir olarak kalmasının nedeni o sözdür.
Beni hiç dövdü mü? İnanın hiç hatırlamıyorum. Bu benim uslu olmamdan mı kaynaklanıyordu ki hiç sanmıyorum. Kendi çocuklarım olunca daha net anladım. Kaba kuvvet ve kötü söz onun yaşam felsefesine uymaya hareketlerdi.
O yüzden hayatı boyunca, her olayda barışçıl ve çözümcül oldu. Her kötü olayın içinden iyi bir sonuç çıkarmayı bildi.
Hayatı hep mücadele içinde geçti. Bu mücadelesinde asla yalnız değildi, her zaman yanında annem olurdu. Annemin güçlü kişiliği ona da güç veriridi.
Bu olayı her zaman anlatırlardı. Parasız kaldıkları bir gün; babam çok güzel keman çalarmış. Bir pavyoncu babama doktorluktan bir ayda kazandığı parayı bir gecede vermeyi teklif etmiş. Eğer annem kabul etse, mesleğini bırakıp kemancı olacakmış. Annem hiç teredüt etmeden kızıp'' ben kemancı ile değil Doktor Veli ile evlendim, sıkıntıları birlikte aşarız'' deyip kızmış. O yüzden annem babamın arkasında değil , her zaman yanında olmuş, her mücadelesinde destek çıkmış, gerekli yerde de ona fikir vermiştir. Bunu en iyi bizim için dönüm noktası olan 12 Eylül de anlarız.
O dönemde tüm aydın bilim adamlarının işlerine tek tek son veriliyordu. En son Yavuz amcanın (Aksu) işine son vermişlerdi. Sıranın bize geleceğini biliyorduk. Her gün okul dönüşü anneme soruyordum. Gene eve okuldan geldiğimde annem, hiçbir üzüntü belirtisi göstermeden, bana '' Olcay beklediğimiz olay gerçekleşti, babanın üniversitede ki işine son verdiler''dedi. Bu olaya ailecek o kadar hazırdık ki ,eğer olmasaydı çok üzülecektik. Evimizde ölüm sessizliği değil, gurur havası esiyordu. Babam elinde ki kısa yönetim imzalı kağıdı her kese gurur duyarak gösteriyordu. Ama ben ve annem onun yüreğinde esen fırtınayı biliyorduk, hayatımın en verimli yıllarını öğrencilerinden, asistanlarından, hastalarından uzakta geçirmek onu çok üzüyordu. Bunu ne bana ne de anneme dile getirdi. O gün evde kimse ağlamadı, vahlamadı, keşke demedi. Her ikisinin güçlü kişilikleri herkese moral verdi ve ortada gururlu bir hava esti.
O yıllar Tıp Fakültesinde öğrenciydim, babamın öğrencilerden uzak kalma sıkıntısını bildiğim için arkadaşlarımı zaman zaman bir bilim yuvası olan muayenehanemize getirirdİm. Orada onlara parlayan gözlerle ders anlatmaya başlardı. Oraya bir tek bizler değil, zengin kütüphanesinden faydalanmak için genç asistanlar, yani bilgi almak isteyen herkes gelirdi. Babam onlarla ilgilenirken o kadar mutlu olurdu ki, gözleri parlardı.
Onun yaşam felsefesi olan, her kötü olayın arkasından iyi bir olay çıkarma düşüncesi sonucu12 Eylülün cezası bizim aile için iyi bir olay olmuştu. Hepimizin bildiği gibi 9 sene üniversiteden ayrı kaldıktan sonra tüm özlük haklarını alarak çok sevdiği üniversitesine geri döndü. Azmi ile gene kazanmıştı.
Birazda gençlik dönemlerinden bahsedeyim. Yurt dışında kongreye gitmek şimdİ olduğu gibi kolay değil. Bizim gibi tek doktor maaşıyla geçinenler için bir yıkımdı ama babamın eğitimi için gerekli olduğundan tüm maddi olanaklar zorlanıp giderdi. Bizde köye dedemin yanına giderdik., nedenini çok sonra anladım. Annem bunu hiçbir zaman sorun yapmazdı. Eğitim için gerekiyordu, bunun için her türlü zorluklara katlanılırdı.
Babamın çok güzel dile getirdiği nükteler kattığı kongre hikayeleri vardır. Onları bizlere anlatır anlatır, eğlenirdik. Tüm bu sıkıntıları zorlanmadan kutlanırdı, onun için önemli olan dürüstlüktü.
Hayatını ve hayatımızı hep buna göre yönlerdirdi. Asla taviz vermedi. Onun için önemli olan davalar için hayatını koydu., mücadele etti. Bu mücadeleler içinde biz de yer aldık, her zaman onu destekledik.
İyi ki varsın babacığım, iyi ki varsın ki seni tanıdık. SENİ ÇOK SEVİYORUM.
Olcay AYDINOK
Anılarla Veli Lök
İnsana ait güzelliklere, her zaman BUGÜN'ü yaşayarak olağanüstü katkıda bulunup,
GELECEK umudumuzu çoğaltan MÜTEVAZİ İNSAN
Sahilde tek tek deniz yıldızlarını yerden alıp, yaşam alanlarına, denize iade eden insan örneğinin anlamını Veli Hoca'mı tanıdıkça daha içten anladığımı ifade etmeliyim.
Bir açıdan bakınca, sahildeki tüm deniz yıldızlarını yaşam alanlarına, denize iade edemeyeceğimiz gerçeğini hissederek anlamsız bulabiliyoruz. Ama aynı zamanda, o tek deniz yıldızı için kendi yaşam alanına kavuşabilmesinin o muhteşem heyecanı yaşamın bir açıdan anlamı değil mi ki?
Sahici insanlarla,
Onları hissederek,
Acılarını paylaşarak azaltmaya çalışmak,
Ve bu çabayı, insana ait değerlerin ışığında ve bilimsel bir yaklaşımla,
Her şeye rağmen, ısrarla ve sonuç alma azmiyle sürdürmek,
Ve böylece, hayatı güzelleştirmenin BUGÜN ne denli mümkün olduğunu,
Geleceğin de aslında bugünden kurulduğunu,
Tüm yaşamı boyunca kendi yaşamının doğal bir ifadesi olarak yaşayan
Bir insan.
Sevgili Füsun Abla (Dr. Füsun Sayek) 'Hekimlik Politiktir' derken, sanki Veli Hocamı tanımlıyor.
Hocam, evinin bahçesinde ağız dolusu kahkahalarla gülerken de, mesleğinin doruklarında dolaşırken de, işkence ve insan hakları alanın da uluslararası düzeyde örnek çalışmalarını sürdürürken de, aslında her birimizin bir tane hayatı olduğunu bu kadar berrak nasıl gösterebiliyorsunuz?
Dahası, bütün bunları bu denli mütevazi, hiç önde durmadan, çevrenizdekilerin önünü açarak yaşayabilmek ne büyük bir erdem.
İyi ki varsınız hocam.
Kendimin, ailemin, dostlarımın yaşamını anlamlandırıyorsunuz.
Dr. Metin Bakkalcı
Anılarla Veli Lök
Sevgili Veli Hocamızın bana göre EN'leri:
En sevdiği çiçek : | Nergis (annesinin ismi) |
En güzel bulduğu şehit : | İstanbul |
En sevdiği içki : | Rakı Kırmızı Şarap |
Birisine kızdığında söylediği en kötü kelime : | P……K |
Mutlu olduğunda kullandığı en sık kelime : | Yaşasın |
Günde en severek yaptığı şey : | Kısa bir öyle uykusu |
En sevdiği yemek : | Balık |
En sevmediği yemek : | Tüm soslar |
En sevdiği ortepedi tedavi bölümü : | Ayak |
En sevdiği şarap markası : | Chablis |
En çok kullandığı giyim eşyası : | Kravat |
En nefret ettiği insanlık suçu : | İşkence |
En duygulandığı yer : | Yakapınar Köyü |
En az anlattığı yaşamının parçası : | Zeki Müre'nin Kemancılığı yapması |
En sık gittiği yabancı ülke : | Almanya |
Uykuya karşı en etkili bulduğu olay : | Sakız çiğnemek |
SABIR SOĞUKKANLILIK HERKESE SAYGI = PROF. DR. VELİ LÖK
Sevgili Hocam Veli Lök yeni bir ameliyat yöntemini birlikte yapmak için beni 80'li yılların başında beni İzmir 'e çağırmıştı. Kalça başı kayan 12-14 yaşlarındaki bir gencin kalçasına yön cerrahi insizyonu ile girmiş tel çivilerle başı sabitleştirmeye çalışıyorduk. Bu tip vakalarda olağan olduğu için hasta çok şişmandı. Almanya ' da alıştığım spoki cihazı yok, hava basınçlı matkap yok, şaşırmış ameliyatı yapamıyacağımızı düşünüyordum. Hocamız spokiyi; el yordamıyla ve göz kararıyla çivileri el matkabıyla sokmuş arada steril röntgen çektirip bakarak gereksiz kılmıştı. Yalnız derideki venöz kanamayı ameliyat ışığını ayarlayan hademenin gerekli ayarlamayı yapamamasından kesemiyorduk. Veli Hoca çok sakin 15 dakikalık bir mücadele sonucunda da başarılı olamayınca hademeyi çağırdı. Daha önce strezil bezlerle yarayı kapatmış ve bana biraz ara verelim demişti. Hademe geldi biraz ötemizde durdu. Ben Veli Hoca şimdi adama çok kötü bağırıp çağırmasını hatta Almanya da bazı hocalarımdan gördüğüm üzerine yürümeği falan beklerken tane tane şunları söyledi:
Evladım içeride kanama var Kanamayı durudramazsak hasta ölür . Hadi tüm azami gayretini göster , ışığı yaranın içine iyice düşür, hastayı kaybetmetelim!
1-2 dakikada dakikada yara içinin gündüz gibi aydınlanmasıyla kanamayı durduk.
Op. Dr. İsmail BALOĞLU
Ortapedi Travmatoloji Uzmanı
Nünberg Almanya
Anılarla Veli Lök
Veli Ağabeyim
Sayın Prof Dr Veli Lök ' e benim hitap şeklim yaşam çizgimin ilerleyen dönemlerine göre değişim göstermiştir. 1960 lı yıllarda ise ağabeyim ve dostum oldu.
Hocalık doğaldır ki daha sınırlı ve resmi bir ilişki biçimindeydi ve fazla bir renkliliğe sahip değildi. Ancak diğer hocalardan daha farklı olan ilerici sosyal yapısı ve düşünce sistemi benim ve 68 kuşağı arkadaşlarımın dikkatini ve ilgisini ve belleklerimizde izler bırakmıştır.
Veli ağabeyim ile aramızdaki yoğun dostluk ilişkisi ilginçtir ki , talihsiz bir sosyal olay , yani 12 eylül 1980 askeri darbesi sonrası gelişti. 12 Eylül darbesi, önce ilerici ve gerçek bilim adamı kadrolarını tarumar ederek Üniversiteden ve sosyal yaşamdan uzaklaştırmaya çalıştı. Bunlara hedef olan önemli pek çok kişiden birisi de Veli ağabeyimizdi.
Ulusun çağdaş düzeyde kalkınma , fikirsel gelişme ve gerçek hür, demokratik yaşama ülküsüne inanan bu insanlar, bu ezici koşullarda yinede bir şeyler yapabilme çabasından vazgeçmedi. Bu amaçla yapılan Aydınlar Dilekçesi olayı ve bunu izleyen Aydınlar dilekçesi davası dayanışmamızı ve dostluğumuzu pekiştirdi.
Dilekçeye imza atan 1500-2000 kadar kişinin içinden seçilen ve dava edilen 59 kişinin içinde İzmir 'den 6 kişi vardı. Prof Dr Veli Lök, Prof Dr Cumhur Ertekin, Prof Dr Yavuz Aksu, Dr Emre Kapkın, Dr Ahmet Kocabıyık ve ben Dr Yavuz Bolat.
Daha sonra İzmir Borosu Başkanı olan avukatımız Kasım Sönmez ile bu dava ortağı arkadaşlar savunmamızın ana hatlarını konuşmak ve oluşturmak için dava gününe kadar zaman zaman yemekli b eiçkili değişik mekanlarda toplanarak hoş ve dostane saatler yaşadık. Neyse ki 5 yıla kadar hapis istenen bu davadan beraat ederek kurtulduk.
1984 ve 1986 senelerinde girdiğimiz İzmir tabip odası seçimlerinde ve sonraki yönetim dönemlerinde yönetim kadrosuna girmesine rağmen (Yönetim kadrosunda Dr Orhan Süren, Dr Yılmaz Bolat, Dr Nurettin Demir, Dr Ferruh Zorlu, Dr Yılmaz Okyay, Dr Yılmaz Muyan vardı.) ağabeyimiz Veli Lök her uğraşıda , her aktivitede, her zorlu durumda yanımızda veya arkamız da olmuş, yardımlarını esirgememiştir.
1990 yıllarda kurulan İnsan Hakları Derneği ve İnsan Hakları Vakfı'nın İzmir temsilcilerinde de yine çalışma ve dayanışma içinde olduk. Özellikle İHV 'nin başkanlığını da yapan Veli ağabeyimiz burada da özverili çalışmaları ile bizlere örnek oldu.
Veli ağabeyime uzun bir yaşam ve mutluluklar diliyorum.
Uz. Dr. Yılmaz BOLAT
Sevgili Veli Hoca,
Çok büyük mutluluk ile sizi kutluyoruz.
1995'te Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda staj yaptığımda, bir ay boyunca İzmir Şube'ye gelme şansım oldu. Sizinle o zaman ilk görüşmemizi hatırlıyorum. Vakıftaki arkadaşlar sizi, o toplantıya gelmeden önce, çok güzel, vakfın ruhu, her konuyu sakinlik ve bilgelik ile karşılayan ve çok sıcak davranan insan olarak anlattılar.
Girince aniden oluşan olumlu atmosfer çok etkileyici geldi, bana, benim gibi genç tecrübesiz psikolog stajyere son derece içten «hoşgeldin» dilediniz. Öyle bir açık fikirlilik ve cömert tutum, benim mesleki yönelimimde çok büyük bir etki yaptı.
1998'te, İsviçre'de bir kongreye katılmaya geliyordunuz. Ben de Cenevre'ye yaşamaya dönmüştüm ve bu fırsatı değerlendirip, burada adli tıp kurumunda, sizle, baş konuşmacı olarak uzmanlara açık olan bir toplantı düzenleyebildik. Sintigrafi konusunda başarılı toplantıdan sonra Cenevre'de arabam ile gezme şansımız oldu. Sürerken, sizle canlı ve keyifli bir tartışmada arabanın klaksonuna arada hızlı bastırdım diye fark ettim ve cezadan korktum. İsviçre'de klakson seslerine çok sıcak bakılmıyor. Siz arabamın da türkçe konuştuğunu söylemiş ve beraber ne kadar güzel gülmüştük.
1999'da yine Cenevre'de, önemli bir buluşma oldu. Sizle beraber 10 arkadaş; Türkcan Baykal, Kathleen Allden, Vincent Iacopino, Jim Welsh, Niguel Rodley, Hernan Reyes, Bob Kirchner, Michael Peel, Önder Özkalıpçı ve benim ile İstanbul Protokolü'nü Birleşmiş Milletler'in İnsan Hakları Yüksek Komiserliği'nde sunduk. Mary Robinson, o dönem BM'in İnsan Haklari Yüksek Komiseri olarak İstanbul Protokolü'nü BM tarafından onaylattırmak için destek verecek diye söz verdi.
Geldiğinizde bol bol resim çekiyordunuz ve bana hazırladığınız güzel fotoğrafları iyice saklıyorum.
İlk tanıştığımızdan beri, her İzmir'e geldiğimde sizle görüşmek çok büyük bir zevk oldu. İnsan hakları durum iyileşmesi sağlamak için hem Türkiye'de hem uluslararası alanda bilimsel çalışmalarınız çok önemli bir yol gösteriyor. Her zaman hepimize abilik ve hocalık yaptınız.
Sizle tanıştığımız için ve sizden öğrenebildiğim için çok mutluyum. Nice güzel yıllar...
Caroline Schlar
75. Doğumgününde Prof. Veli Lök'e
Türkiye'de toplumsal duyarlılığı olan hekim hareketi 1960'ların başından beri yükseliştedir. Türkiye'deki bu hareketin ülküleri arasında da savaşın ve sömürünün olmadığı bir dünya da yer alır. O günden bugüne her hekim kuşağının değişik önderleri olmuştur ve Veli Lök de o önderlerden biridir. Alman bakış açısıyla Türkiye'de yükselen toplumsal duyarlılığı artırmayı amaçlayan hekim hareketi ruhu bizlere ünlü Alman patoloji uzmanı ve tıp doktoru Rudolf Virchow anımsatır. Kendi 1849 yılında şöyle demiştir: “Eğer tıp birincil amacını yerini getirmek arzusundaysa o zaman siyasi ve toplumsal yaşama da sirayet etmek zorundadır. Tek tek insanların hastalıklarının toplumsal sorunlarla hiç mi ilgisi yoktur?”
Veli Lök tıbbı bir sosyal bilim olarak tanımlayan bu gelenekten gelmektedir. 1980 askeri darbesinden hemen sonra Türkiye'de yüz binlerce insan ağır işkenceye maruz kalmıştır. Sözkonusu dönem kimseyle görüştürülmeksizin ve haber alınmaksızın gerçekleşen gözaltıların 90 gün kadar sürdüğü bir dönemdir: bir avukat ya da akrabanızla görüşmeden süren üç aylık bir işkence. Hastanelerde yapılan ve doktorların özel muayenehanelerinde yaptıkları tetkiklerde ortaya çıkmıştır ki bu durum Türkiye nüfusunda önemli sağlık sorunları yaşanması sonucunu doğurmuştur. Ne var ki devlet üniversitelerindeki tıp fakülteleri ile kamuoyu işkence ve doğurduğu sağlık sorunlarının gizlendiğini görebiliyordu.
Veli Lök'ün bizzat kendi 1982 yılında Ege Üniversitesi'ndeki kürsüsünden atıldığında büyük engellemelerle karşılaşmış, baskıya uğramıştır. Ancak 1990 yılında siyasi olarak eski haklarını kazanmış, üniversitede yeniden bilimsel çalışmalar ve araştırmalar yapmaya başlayabilmiştir. Kuşaklar boyunca tıp öğrencilerine ve hekimlere hocalık yapan kusursuz bir tıpçı ve işkence konusunda bir uzman olarak Veli Lök iki sorumluluğu bir arada yürütmüştür: tıbbi araştırma tutkusu ile siyasi ve ahlaki çalışma bilgisi. Kısa zaman sonra da Türkiye'de tıpla ilgili alanlarda çalışanlar ile IRCT gibi işkence konusunda çalışan uluslararası uzman kurum ve kişiler arasında bir köprü kurmuştur. Harika kişiliği ile pek çok meslektaşını ve genç hekimi insan hakları için siyasi mücadeleye girmeleri konusunda cesaretlendirken kullanabilecekleri en doğru reçeteyi de yazmıştır:
• Geçmişte yapılmış işkencelerin tıbbi yöntemler kullanılarak kanıtlanması ve doktorların Türkiye'deki insan hakları sorununun çözüme katkıda bulunması
• İşkence mağdurlarının tedavisinin yöntemlerinin öğrenilmesi
Bu yaklaşımıyla Almanya'daki IPPNW üyesi pek çok doktoru etkilemiş, işkence mağdurları ve mülteciler için tıbbi raporlar yazmak konusunda cesaretlendirmiştir.
1991 yılında ise tıpçı meslektaşları, çalışma arkadaşları ile ünlü Lancet Journal'da işkencenin belirlenmesinde kemik sintigrafisinin kullanımı ile ilgili yazısını yayımlamıştır.
10 yıl sonra ise Veli Lök Alman Meclisi'nde insan hakları komisyonu üyesi milletvekillerine Türkiye'de sürmekte olan işkence ve İstanbul Protokolü ile ilgili bilgi vermek üzere Almanya'ya davet edildi.
Uluslararası tıp camiasının işkencenin etkin bir biçimde soruşturulması ve belgelenmesi için hazırladığı bu uluslararası el kılavuzuna son biçiminin verilmesinde Türkiyeli hekimlerin çok önemli katkıları ve etkileri olmuştur. Veli'nin Türkiye'deki ve dünyanın dört bir yanındaki hekimleri insan hakları mücadelesine katılmak ve işkencenin ortadan kaldırılmasını sağlamak için değer biçilemez bir biçimde cesaretlendirmesinin etkileri bugün dahi sürmektedir.
Veli Lök hepsini bir kişilikte eritmeyi başarmış “taraf olmuş bir araştırmacı”, çok sevgili ve değerli bir dosttur.
IPPNW Almanya adına en derin bağlılıklarımızı sunar Veli Lök'ün 75. doğum gününü kutlarız.
Dr. Angelika Claußen
Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler (IPPNW) Almanya Başkanı
DR. VELİ LÖK İLE BİRKAÇ ANI
Sevgili ve değerli dostum Veli Bey ile Tıp Fakültesi Fizyoloji Kürsüsünde çalışmaya başlamamdan kısa bir süre sonra tanışmıştım. Buna vesile olan olay kuşkusuz bilimsel bir olaydı. Bir gün hastanemizin Ortopedi Kliniğinden eklem biyomekaniği üzerine kürsü içi kısa bir konferans vermeye davet edildim. En meraklı dinleyicilerden biri de Prof. Dr. Veli Lök idi. Bu konferanslar birkaç hafta uzadı ve onunla temaslarım daha da sıklaştı. Fakat ilişkimiz bu konferanslarla bitmedi. Kendisi zaman buldukça Fizyolojideki sınıf arkadaşı Prof. Dr. Nuran Hariri'yi ziyaret ederdi. Ben de bu fırsatlarla onunla siyaset dahil her konuda sohbet etme imkanını bulurdum. Bir insan hakkındaki ilk intibamız çok önemlidir. Benim Veli Bey hakkındaki ilk intibam onun objektif, özgüven sahibi, huzur verici, uygar, başkalarına saygılı,onları dikkatle dinleyen, sakin ve sıcak bir kişilik sahip olduğu idi. O bu hali ile birçok kişiden farklı idi.
Zaman geçtikçe Veli Bey'le dostluğumuz daha da ilerledi. Bu arada kader de ağlarını örüyordu. Bindokuzyüz yetmiş altı ile 1980 yılları arasındaki çalkantılı dönem 80'deki askeri darbe ile kapandı. Darbe sonunda bir çok kurum gibi Üniversiteler ve özellikle Ege Üniversitesi fil girmiş züccaciye dükkanına döndü. Birçok değerli bilim adamı birer kahverengi zarf içinde gelen askeri emirlerle görevlerinden uzaklaştırıldılar. Veli Bey de bunlar arasındaydı. Fakat o bunu her zamanki vekarı ile karşıladı. Onun olup bitenler karşısındaki soğukkanlılığına doğrusu çoğu zaman şaşardım. Artık mesai saatlarının tümünü muayenehane hastalarına, akşamlarını da uzak duramadığı bilimsel çalışmalarına ayırmaya başladı. O akşam mesailerine kendimin de katıldığımı hep gururla anımsarım. Çünkü o günlerde Veli Bey'in durumunda olan bir üniversite hocası ile düşüp kalkmak her babayiğidin harcı değildi!
O günlerde geç saatlardan sonra sokağa çıkma yasağı vardı. Buna rağmen Veli Bey, ben, Ahmet Sebik, Bülent Zeren, Sait Ada, Levent Köstem, Erol Barın'dan oluşan bir ekip ve bazan da diğer konuk meslektaşlarımızın katılımı ile haftada bir gece (galiba Perşembe geceleri idi) Veli Bey'in muayenehanesinde toplanırdık. Bu toplantılarda sıkı sıkıya bağlı kaldığımız “Bir oku, bir iç” ilkemizi Veli Bey'in dostları zaten bilirler. Çünkü emekliye ayrılırken onun için düzenlenen toplantıya (kendim katılamadığım için) gönderdiğim mesajda bu ilkeden ayrıntılı olarak sözetmiştim. Hatırlamayanlar bunu kendisine sorabilirler, o da memnuniyetle anlatacaktır! Bu ilkeye bağlı kalarak yürüttüğümüz çalışmaların başarılı olduğunu söyleyebilirim. Zira o yıllarda rekurvasyon osteotomisinin çeşitli yönlerini ele aldığımız (ameliyatın biyomekanik temelleri, ameliyat sonrası popliteal arter kan akımının ölçülmesi) yurt içi ve yurt dışı yayınlarımız ve bildirilerimiz oldu.
Veli Bey ile birlikte yaşadığımız ve ikimizin de unutamayacağı bir olay Eylül 1986'daki Riga, Letonya seyahatimizdi. Eksternal fiksatörün mucidi İlizarov'un Letonya'lı rakibi Viktor Kalnbers o yıl Riga'da “International Conference on Trends in Human Biomechanics Research and Applications in Medicine and Surgery” konulu bir uluslararası konferans düzenlemişti. Bu konferansta yukarıdaki ekibimiz adına “Biomechanical basis and clinical results of the tibial recurvation osteotomy” başlıklı bir bildiri sunduk. Konferans o kadar kalabalıktı ki bildiriler (çoğu Rusça) 4 ciltlik bir kitap halinde yayınlandı. Riga'da kalışımız süresince ikimize genç bir Riga'lı ortopedi doktoru mihmandarlık ediyordu. O olmadan otelin kapısından dışarı adım bile atamıyorduk. Fakat gördüğümüz itibar ve muamele doğrusu amerikalıların “red carpet treatment” dedikleri türdendi. Bu seyahattan dönerken uçağa binme telaşı ile Veli Bey'in elinde taşıdığı bir torbadan yere düşüp kırılan vodka şişesinin dramatik öyküsünü de yine Veli Bey'in emekliye ayrılma törenine gönderdiğim mesajda aktarmıştım. Bu seyahatin anlatmadığım bir olayı da şu idi. Moskova hava alanında benim yüreğimi hoplatan bir olay yaşadık. Hava alanına çok erken geldiğimiz (getirildiğimiz demek daha doğru olur) için orada gereğinden fazla bekledikten sonra tam pasaport kontrolünden geçerken genç, sarışın son derece ciddi yüzlü, asker mi polis mi olduğunu hiçbir zaman anlayamadığım açık yeşil üniformalı bir memur bir bize bir pasaportlarımıza ve diğer belgelerimize baktıktan sonra “problema” demez mi? Benim yüreğim ağzıma geldi. “Bize Sibirya'nın yolu göründü” diye düşünürken aynı memurun ağzından birkaç dakika sonra “no problema” sözlerini işitince nasıl rahatladığımı unutamam. Sonraları “belki bu memur bizimle kafa bulmaya çalışıyordu” diye düşünmüştüm. Meğer problem bir belgenin bir yerinde bir damganın eksikmiş olması imiş ama o da önemsizmiş! İşte biraz önce sözünü ettiğim müessif vodka şişesi kırılma olayı da bu pasaport kontrolünün hemen akabinde cereyan etmişti.
Sonraları Veli Bey ve ortak arkadaşlarımızla ile birçok ulusal bilimsel toplantıda olduğu kadar insan hakları, siyasal ve sosyal konuları içeren toplantılarda da birlikte olduk. Zaten Veli Lök'ü sadece ünlü bir ortopedi cerrahı ve hocası olarak anmak mümkün değildir. Onun sayesinde ortopedi camiasının doğal bir üyesi oldum, pek çok dost edindim, birçok ortopedi kongresine katıldım. Bu gurur verici durum bu satırların yazıldığı tarihte hala devam ediyor ve sevgili Veli Bey'in yaş gününde bu toplantılardan birine daha katılacağım için mutluyum. Sevgili Veli Bey'e daha nice sağlıklı yaş günleri dilerim.
Gürbüz ÇELEBİ
ANILARDAN GÜNCELE, VELİ LÖK
Türkiye İşçi Partisi'nin İzmir'deki yöneticilerinden olduğum yıllarda, düzenlediğimiz çeşitli toplantı ve etkinliklerde, üyelerimizin en çok dinlemek istedikleri kişi Çetin Altan olurdu. Gerçekten de çok etkileyici bir anlatım biçimi vardı. Onu dinlerken, güler, dinlenir, rahatlar ve ardından kafanızda bir dolu yeni düşüncelerle, güçlenmiş olarak yolunuza giderdiniz. Bir keresinde Ödemiş'te, Mehmet Ali Aybar, Çetin Altan, Refik Erduran, ben ve hep beraber içinde olduğumuz ünlü kırmızı minibüsün sahibi ve sürücüsü Esat Balım ile birlikte, çok başarılı geçen toplantıların ardından, neredeyse linç edilecektik. Önce toplantı yapılan Belediye Salonu'nun dışarıdan atılan taşlarla camlarını kırdılar, ardından elektrikler ve sonra da telefonlar kesildi. Bizi dinleyip coşkuyla alkışlayan izleyicilerimiz de azar azar dağılıp gidince, işte hepsi bir küçük minibüse sığacak kadar partili kalmıştık orada. Amacımız Nihat Sargın'ı İzmir'den Senatör seçtirmekti. Tutucu partinin adaylarından birisi de Ödemişli imiş. Bizim görkemli etkinliklerimizden yılmış olmalı ki, ekibimize böylesine bir son hazırlamış. Başkanımız Aybar, korunma içgüdüsüyle bir yanlışlık yapılmaması için uyarıyor. “Ben söylemeden kimse tabancasını çekmesin” diyor. Hangimizde tabanca var ki! Neyse, devlet yok, polis yok, basın yok, bir avuç insan, dışarıda yolları kesen çılgın saldırganların arasından nasıl sıyrılacağımızı tartışırken, Ödemiş'li sürücü arkadaşımız Afacan'ın ustaca yöntem ve yol seçimi ile canımızı zor kurtarabilmiştik.
Gecenin geç bir vaktinde, İzmir'deki bir otelde bizleri bekleyen diğer arkadaşlarımızla buluştuk. Onlar da Urla, Seferihisar, Çeşme yörelerinde toplantılar yapmışlardı. Otelde Behice Boran, Sadun Aren ve daha iki üç partili, başımızdan geçenleri dinleyip öğrenmek istiyorlardı. Ve Çetin Altan sözü aldı, gecıkmiş gece yemeğimizi yerken, öyle bir anlattı ki olayları, biraz önceki linçten kurtulmanın karamsarlığı gitmiş, hepimiz gülmekten yerlere yatıyorduk. Sanki o korkunç saatleri yaşayanlar bizler değildik de, başkalarının konu olduğu bir filmi izler gibiydik. Demek ki kolayca “başarılı yazar” olunamıyor.
Ödemiş söyleşisinde Çetin Altan'ın anımsadığım anahtar sözcüğü “başarı” idi. Biraz acımasızca olmakla birlikte, bır “solcu” tanımı vermişti ki, Türkiye solu gerçekten uzun yıllar onlardan çok çekmişti. Çetin Altan, “TİP, burjuvazinin çöplüğü değildir” diyordu. “Adam avukat, avukatlıkta tutunamamış. Gazeteci geçinen, iki satır düzgün yazmayı beceremiyor. Hekim, asıl işinin ne olduğunu bilmiyor. Politikacı, öteki partilerde bir yerlere gelmeyi becerememiş, şimdi, kişisel kurtuluşunu bizim içimizde arıyor…” Çetin Altan'ın bu sözleri yalın parti üyelerine yönelik değildi elbette. Hani kendilerini tepelerde gösterip her işe karışan, içi boş cazgırlardan söz ediyordu. Bu anlatım, beni de çok etkilemişti. Önemli bir yöntem sorununu vurguluyordu. Çok yaşa Çetin Altan usta…
12 Mart cuntası, bir intikam darbesi gibi inmişti, solcuların, demokratların üzerine. Demokrasiye, çoğulculuğa, insanı insan yapan özgürlüklere ve işçi sınıfı örgütlenmesine karşı çıkan saldırganlar, gelecekte daha rahat edecekleri sessiz bir Türkiye için sömürü ağlarını döşeyip tuzaklarını kuruyorlardı. İlginçtir ki, 1971 yılı öncesindeki Türkiye'nin aydınlık birikimi, izleyen yıllarda da bir çok olumlu girişimin temellerinde yer aldı. Kimileri kendilerini 68'liler kuşağı olarak tanımladılar, gerçekten onlar da önemliydiler, ancak bu saygın yürüyüşün yalnızca dar bir koluydular. Etkinliklerin kaynağı ve öncüsü, ülkenin özgürce soluyan akciğerleriydi. Gericiliğe, bağnazlığa, aymazlığa boyun eğmeyen, inandığı gibi düşünen umut yüklü insanlarıydı. Elbette sözüm, o dönemlere yetişemeyen genç kuşaklara değil. Ancak onların aydınlığında da, doğrularla, özveriyle sağlanan bir dayanışmanın etkilerinin bulunması doğaldır. Nerede halka dönük, doğru bir etkinlik sergilense, orada 12 Mart'ın dağıttığı insan sevgisinin, özgürlük tutkusunun izlerini görmek olasıdır.
1976 -1978 yılları arasında olabildiğini sandığım, ses veren önemli bir etkinlik gerçekleşmişti İzmir'de. Hani Çetin Altan'ın söylediklerine ben de bir katkıda bulunayım, toplumsal olaylara bakışımızda önemli bir eksiklik vardı. Buna kocaman bir yanlış da denilebilir. Kimi solcularımız, kurtuluşu devrim sonrasına bırakmışlardı. Bu gün için yapılacak olanlar, yalnızca siyasal propaganda ve örgütlenme ile sınırlı kalıyordu. Her işin, ne zaman gerçekleşeceği bilinemeyen bir iktidar dönemine ertelenmesi, bir yerde tembelliğin, eylemsizliğin ödüllendirilmesi oluyordu. Ya da gerekçesi. Oysa yaşadığımız günlerde de, inançlarımız doğrultusunda yapabileceklerimiz vardı. Deneyimlerimizi ve mesleksel birikimimizi, sorumluluk taşıdığımız güncel uygulamalarda, işlevsel bir amaca yöneltmeliydik. İşte böyle somut ve güncel amaçları bulunan bir etkinlikti İzmir'de yapılanlar. Konuyla ilgili meslek kuruluşları ve bazı sendikaların katılımıyla “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Haftası” düzenlemişti. Ben hem Baro (Yönetim Kurulu Üyesi idim.), hem de DİSK adına düzenleme kurulunda bulunuyordum. Ayrıca bazı sunumlarda da görev almıştım. İşte bu süreç içinde Veli Lök ile çalışıp birlikte yürütülen etkinliklerde bulunmuştum.Daha önceleri adını duyardım ama, ilk ortak çalışma böyle başlamıştı. Bilmem kendisi anımsar mı,o da İzmir Tabip Odası adına düzenleyiciler arasında bulunuyordu .Çok iyi bir çalışma oldu, sunumlarımız günlerce TRT radyolarında yayınlandı. Basın ilgilendi. İşyerlerinde yönetici konumundaki mühendislere, kurum yöneticilerine, görevleri gereği gelişmelerle doğrudan ve öncelikle ilgilenmek durumundaki hekimlere, hukuk danışmanlarına, insan sağlığının, çalıştıkları işletmelerin kazançlarından daha önemli olduğu anlatılmaya çalışılmıştı.
Tam artık kendi yaşamıma döneyim derken, işte, o büyük deprem geldi. 12 Eylül darbesi, dokunduğu yeri yakıyor, insanları işkence ve idama gönderiyor, demokratik kurumları yerle bir ediyordu. Dostlar, “Böyle bir zamanda kişisel yaşam olmaz,” dediler, seçenek bırakmadılar. Kaldığım yerden haydi Baro yönetimine. Bir resmi toplantıda, Sıkıyönetim Komutanı geldi yanıma. Benden başka herkes hazırolda. “Çok içiyorsun” dedi, elimdeki sigarayı göstererek. Komutan gerçekten haklı olduğu bir şeyler söylemişti. İzmir'deki komutan, elbette sıkıyönetimin gerektirdiği görevlerini yapıyordu ama, İstanbul ve Ankara'dakilere göre çok daha uygar ve dengeliydi. Fırsat bu ya, “Benim zararım kendime, ya sizin yaptıklarınız ne oluyor?” dedim ve ardından sıraladım. “Üniversitenin en yararlı öğretim üyelerini görevden aldınız. Siz tanımazdınız onları, demek ki çok kötü danışmanlarınız var. Sizi kullandılar. Onlar görevlerine dönebilmeli.” Gülerek baktı yüzüme, “sen devlet memuru olmadığına dua et, “ dedi, “yoksa….” Bizi izleyenlerin hepsi “hazırol”da duruyorlar. Kendi kendime,”İyi ki devlet memuru değilim, iyi ki bir yerlere atanmadım,” diye düşündüm. Demokrasi dibe vurmuş ta olsa, seçimle gelinen bir görevde olmanın gönencini yaşadım.
1402 liklerle zorunlu birlikteliğimiz işte böyle başladı. Üniversiteler allak bullak. Gençler, kadrosuzlar 12 Eylül'ün ürünü 2547 sayılı YÖK Yasası ile kurumlarından dışlanırlarken, güvenceli öğretim üyelerini de Sıkıyönetim komutanları görevden alıyorlar. Bu saçmalıkları sergileyenler acaba şimdilerde oturup düşünüyorlar mı, “çabalarımız kime yaradı” diye. Değer miydi, bilimi, dostluğu, insan sevgisini ne idüğü belirsiz beklentiler uğruna ayaklar altına almaya…İşte o günlerde Veli Lök te çiçeği burnunda bir 1402'lik. Artık ucu belli, süreci belirsiz bir yığın uğraş. Toplantılar, kurultaylar, kitaplar, davalar, davalar…İnsanlar, saldırganlar karşısında boş durmayacaklar elbette. Ne gerekiyorsa, yapılacak. Öyle de oldu, sonunda 1402'liklerden ayakta kalabilenler görevlerine döndüler. Veli Lök de döndü. Üstelik boşta geçen sürelerin ücretlerini, aylıklarını da, biraz eksiği ile geri aldılar. Hiç kimse de üzerlerine gitmedi bu densizlikleri yapanların. Onlardan hesap sorulmadı, “halkın bunca paralarını neden boş yere, bir hizmet karşılığı olmadan yok ettiniz” diye. Türkiye'nin Osmanlı artığı bürokratlarının halka ve.devlete verdikleri zararlar nedeniyle denetlenmemek, sorgulanmamak gibi geleneksel bir bağışıklığı var.
Neyse, 12 Eylül, gidici, geçici bir bir yönetim değildi ki. Ardında koskoca bir YÖK imparatorluğu bıraktı. Rektörler onun dükalıkları, dekanlar derebeyleri idi. 12 Eylül'ün armağanı olan “Sıkıyönetimsiz sıkıyönetim,” kalıcı bir yönetim biçimi olarak tüm ülkeyi kuşatmıştı. Devleti kurtarmak gibi saygın görevleri bulunan DGM'leri, ondan eksik kalmamak için özel uğraş veren gönüllü yargı yerleri, sıkılan boğazları, bas bas bağıran yara bere, elektrik izlerini, Filistin askılarını filan görmezden gelerek basıyorlardı cezaları. Yurtseverlik, böyle günlerde belli olurdu!
“Bunca yurtseverin uğraş verdikleri demokratik bir ülkede, dilekçe yazıp isteklerde bulunmak aydınlara mı kalmıştı. Yürüyün Sıkıyönetim Mahkemesi'ne, insanca düşünmenin, uygarca davranmanın hesabını verin bakalım” dediler. Yazgımız bu ya, Veli Lök de, Aydınlar Dilekçesi davasının sanıklar arasında yargılanmaktan kurtulamadı.
Çetin Altan'ın dediği gibi, uzmanlığınızın adamı olur bilimsel birikiminizi en gerekli alanlara yöneltip, işkenceye karşı savaş verirseniz, işkencecilerin pusuya çekildiklerine aldanmayın. Hani kayanın oyuğundaki müren balığı gibi, birden fırlayıp saldırabilirler üzerinize. Ardından yine davalar, mahkemeler, ertelenen cezalar… Hem de Bakan'ın yazılı emri ile açılan davalar..
Yaşamlar, nasıl başladılarsa öyle gidiyorlar. Bir kavga durulunca, bakıyorsunuz, daha keskin, daha acımasız yeni yeni saldırganlıklar uç veriyor. Hepimiz yaşadığımız toplumu seviyoruz elbette. Daha özgür, daha güzel olmasını istiyoruz. Ne var ki, örgütleri kapatmakla, düşünceleri yasaklamakla, düşünenleri içeri atmakla bir yerlere varılamıyor. Bunların yinelenmemesi için yaşam boyu devlet terörüne karşı uğraş veriyorsunuz.
Çoğulculuğu, tutuculuğu aşmak, çok sesliliği, çok renkliliği gerçekleştirmek için şöven milliyetçiliğin karşısında duruyorsunuz. Barışın korunması, yaşama hakkına saygı gösterilmesi için çalışıyorsunuz. Verdiğiniz çabaların gönencini duymanıza bile fırsat bırakılmadan, bu defa ırkçı terörün art alanını besleyen tuzaklar, içtenliksiz gösteriler karşısında insan haklarını, barışı savunmanın yalnızlığını yaşıyorsunuz. Önemli günlerde caddelerde, sokaklarda zılgıt çeken çocukların, emekçi kadınların coşkusuna sığınarak, kan davasını, berdeli, töre cinayetlerini olağan sayan bir anlayışın savaş cığlıklarıyla karşılaşıyorsunuz.. Bence Türkiye aydınının en önemli niteliği, barışçılığı, savaş karşıtlığı ve bu amaçlara ulaşabilmek için özenle koruması gereken bağımsızlığıdır. Düşünen, sorgulayan, karşı çıkan, yol açan bir aydın olarak Veli Lök'ün yaşamı da başka türlü olamazdı.
Güney Dinç
Prof. Veli Lök'ün 75. yaşgünü için: Ekip süpervizyonu raporu
Sevgili Prof. Veli Lök,
Doğum gününüzün kutlanmasına ve yaşam boyu ortaya koyduğunuz eser ve çabalarınızın onurlandırılmasına katkı koymama olanak sağlandığı için mutluyum. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) çalışanlarına gösterdiğiniz babacan ihtimamı keyifle anımsıyorum. Fiziksel gerginliklere karşı uygulamalı olarak örneklediğiniz fizyoterapi egzersizleriyle bu ihtimamınıza ben dahi nail oldum.
TİHV'in İzmir'deki tedavi merkezinin çalışması sizin için çok özel öneme sahip olduğundan, sizin de ilgi ve incelikle desteklediğiniz ekip süpervizyonumu aktarmak istiyorum.
2002 sonbaharında TİHV İzmir Temsilciliği'nde uzun yıllardır çalışan bir hekim benden ekip için yardım istedi. Hepsi de kendilerini bitkin ve gergin hissediyorlardı ve ekip içi gerilimler çok arttığı için “bakım verenlerin bakımı” oturumlarını sürdüremez noktaya gelmişlerdi. Meslektaşım, en ufak bir yanlış sözün patlamaya ve dolayısıyla ekibin dağılmasına yol açabileceği kaygısını taşıyordu. Bir meslektaşımız ekibi terk etmişti bile.
TİHV, işkenceye karşı yürüttüğü mücadeledeki başarısından ötürü kamuoyunun gündemindeydi, ancak devletin gözleri de üzerindeydi. Vakıf, çok başarılı bir kamuoyu çalışması ve eğitimlerle, politik angajman ve işkencenin adli açıdan geçerli olacak biçimde belgelenmesiyle, bilimsel çalışmalar ve özellikle “İstanbul Protokolü” ile Türkiye'nin demokratikleşmesinde görmezden gelinemez bir yer edindi. İşkenceye karşı örgütlenen avukatlarla işbirliğinin de işkencecilere karşı etkili bir araç olduğu görüldü. Bunun sonucunda devlet, TİHV çalışanlarını sayısız dava ile engellemeye ve yıpratmaya çalıştı. Bunun karşısında yurtdışındaki birçok önemli sivil toplum kuruluşu desteğini sundu, örneğin Dünya Hekimler Birliği, Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları için Hekimler Örgütü (Physicians for Human Rights), Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler Birliği (IPPNW), Uluslararası İşkence Mağdurları Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Konseyi (IRCT) ve başkaları.
TİHV, politik alanda kendini artık kanıtlamış, kuruluş yılları geride kalmıştı. Artık birşeyleri kurmaktan ziyade, inşa edilmiş olanların yönetilmesi gerekiyordu.
Bilinirlikle beraber, tedavi için başvuran işkence mağdurlarının sayısı da artıyordu.
Buna bir de ekibin yıllardır süpervizyonsuz çalışması ekleniyordu; çünkü bu alanda eğitim görmüş terapist sayısı son derece sınırlı. Birlikte çalışılacak insan, vakfın işkenceye karşı mücadelesini onaylamalı ve benimsemeli, hatta icabında vakfa verdiği destekten ötürü baskı görmeye de hazırlıklı olmalı. Bu alanda düzenli süpervizyon vazgeçilmez bir gereksinim olsa da, bu sorun çözümsüz kaldı.
Türkiye'de insan hakları alanında yıllardır sürdürdüğüm çalışmalar sonucunda İzmir'deki ekiple iyi ilişkilerim vardı. Vakfın içten ve sıcak ortamı beni hemen etkilemişti. Bu ilişki, başka bir barış örgütü ile yaptığım ekip süpervizyonu, bir EMDR eğitimi ve bir vakıf çalışanına sağlanan bir psikoterapi eğitim bursu üzerinden derinleşti.
Şubat 2003'te ekip üyeleriyle birebir görüşmeler yaparak başladım. Temel soru şuydu: “Ekipteki sorunları sen nasıl görüyorsun?” Her bir çalışanın bakış açısını ciddiye alarak güven inşa edebildim ve onlar da böylece görüşme tekniğimi tanımış oldular. Ardından iki günlük bir atölye yapmaya karar verdik.
Herkesin mevcut çalışma koşullarını yansıtan resimler çizdiği bir oturumla ekip süpervizyonuna giriş yaptık. Çalışma koşullarında öz bakım olanakları yetersiz olduğundan bu sırada yeterli ve zamanında mola vermeye özellikle özen gösterdim. Odanın merkezine çiçekler ve bir mum koydum. Bu odaklanmaya yardımcı olacak, ama aynı zamanda çalışma mekanının daha rahat düzenlenmesi ile öz bakımın olanaklılığı ve gerekliliğine ilişkin bir gösterge de sunacaktı. Çatışkıları ekip içinde çözmek konusunda herkesin motivasyonu yüksekti, çünkü çalışanlar arasında bütün zorluklara rağmen büyük bir sevgi ve bağ sezilebiliyordu. Bu yüzden sorunlarının üzerine gittiler ve benim varlığım ve yetkinliğimden destek aldılar. Bu süreçte her bir ekip üyesinin sözünü ciddiye alıp eşit düzeyde muamele etmenin yararını gördük. Sorunların dile getirilmesi başlı başına bir rahatlama getirdi zaten. Ardından çeşitli çatışkılara dahil taraflar eteklerindeki taşları döktüler.
Toparlanacak olursa, süpervizyonun içerik ve sorun alanları şunlardı:
1. Çalışanların her biri çok fazla basınç altındaydı:
a. Çok sayıda duruşma ve bunların gerektirdiği politik çalışma,
b. Tedavinin yanı sıra sürdürülen bilimsel çalışmalar,
c. Hekim ve avukatlara sunulan eğitimler,
d. Bazı başvuruların başından geçenlerin ağırlığı ve dolayısıyla psikoterapi alanında daha fazla olanak sağlayabilme arzusu,
e. Ve bunların arasında -bu konuya neredeyse değinilmemiş olsa da- yeterli ilgiyi göremeyen aile fertleri.
2. Çalışma sırasında fazla mola verilmemesinden ve çalışma hayatı ile özel hayat arsında gerekli sınırların korunamamasından kaynaklanan burn-out etkisi.
3. Ekip içinde oturmuş bir gayrı resmi hiyerarşi ile hiyerarşisiz bir demokratik çalışma ortamı iddiası arasındaki çelişki. Bu da çalışma saatleri ve çalışma verimliliğinin denetiminde sorunlara yol açıyordu.
4. Ekibin bazı üyelerinin kamuoyu çalışması ve politik angajman sonucunda daha fazla önplana çıkması ve ayrıcalıklara sahip olması, ancak diğer yandan yoğun çalışma temposuna rağmen başkalarının yeterince “görülmemesi” sonucu doğan çatışkılar.
5. Vakfın kuruluş dönemini geride bıraktığı ve dikkatin artık riskin yanı sıra oturmuş çalışma düzeninin sağladığı olanaklara da yöneldiği de belirginleşti.
Kaynaklar olarak aşağıdakiler ortaya çıktı:
Grup içi dayanışma ve karşılıklı destek,
Birbirine yönelik ihtimam ve sorumluluk,
Ortak bir ideal için mücadele,
Politik olarak birbirine güvenebilmek,
Yurtiçinde ve yurtdışında görülen takdir ve destek,
Gerçekten iyi ve özel bir iş yapma duygusu,
Hastalara yeterince zaman ayırabilmek ve onların minnetine nail olmak,
Bütün çatışkılara rağmen işin aslına odaklanabilmek,
Gündelik hayat içinde güzellikleri de fark edebilmek.
Sevgili Prof. Lök, bu ekiple ve ortak çalışmanızla gurur duyabilirsiniz.
Bilge ve babacan desteğiniz, nazik ve sakin tarzınız ekip için vazgeçilmez ve büyük bir yardım. Daha uzun yıllar ekibinizin yanında olmanızı ve birlikte güzel yıllar geçirmenizi diliyorum!
İçtenlikle,
Dr. Neşmil Ghassemlou
Güney Alman Psikoterapi Akademisi (SAP)
Prof. Dr. Veli LÖK
Dr. Veli Lök ile iki ayrı ortamda beraber olma fırsatını yakaladım. Birincisi meslek kuruluşumuz içinde, ikincisi ise mesleki çalışmalar ortamında…
1978 li yıllar, Prof. Dr. Veli Lök İzmir Tabip Odası Başkanı.
İzmir Tabip Odasının üretken ve başarılı tabip odası olma yolundaki adımların Dr. Veli Lök zamanında atıldığını düşünüyorum.
Ben o zamanlar TTB Merkez Konseyi Genel Sekreteri idim. Başlatılan ve sürdürülen çalışmaları yakından bilgilenme olanağım vardı.
O yıllarda 14 Mart Sağlık Haftasında İzmir Tabip Odası Amatör Sporcular Derneği ile Halk Koşusu düzenlemişti. Tabip Odası Başkanı arkadaşları halkla birlikte koşuda yerini alıyordu. Ve koşuya katılanlara birer Başarı Belgesi verildi. 30 yıl geçmişi olan bu çalışma ben de, hafızamdan silinmemiş olarak duruyor.
Prof. Dr. Veli Lök tabip odası çalışmaları yanında insan hakları alanında da çalışmalar yapmış ve önemli katkılarda bulunmuştur. İnsan Hakları Derneği'nin İzmir Şube Başkanlığı yapmıştır.
Yıl 1990 . 8-11 Şubat tarihlerinde yapılan Patella Femoral Eklem Sorunları ve Romatolojide Güncel Konular Sempozyumunda Sertifikamı Artroskopi ve Diz Cerrahisi Derneği Başkanı olarak Prof Dr. Veli Lök imzalıyor.
Yıl 2004. Dr. Veli Lök'ten bir telefon alıyorum. Bir vakit bul İzmir'e gel diyor. Sana “Şok Dalga Tedavisi” konusunda anlatacaklarım var. İzmir'e gidiyorum. Muayenehanesinde o muhteşem hasta arşivini geziyoruz. Sonra bana kaynamayan kırıklarda tatbik ettiği Şok Dalga Tedavisini anlatıyor. Ayrıca hastanede uygulamayı gösteriyor. Bu tedavinin özellikle kaynamayan kırıklarda hastayı riski yüksek ameliyatlardan kurtaracağına ve bu yöntemin, kaynamayan kırıklarda ameliyatsız olarak kaynatılması yolunda, başarılı olacağına inanıyorum.
Bir yanda Ortopedi ve Travmatoloji Bilim Dalında başarılı bir hekim, diğer yanda toplumsal duyarlılığı yüksek meslek kuruluşu ve insan hakları alanında etkin çalışmalar yapmış, yöneticilik üstlenmiş değerli bir ağabeyimiz…
Bu özelliklerinden dolayı; 2000 yılında İstanbul Tabip Odası Dt. Sevinç Özgüner Barış Demokrası Ve İnsan Hakları Ödülü, 2005 yılında İstanbul Tabip Odası Tıp Hizmet Jüri Özel Ödülü, 14 Mart'larda Prof. Dr. Veli Lök'e verilmiştir.
Mesleki görevlerini son derece başarılı bir şekilde yerine getirirken, toplumsal duyarlılığı her zaman önde tutarak, özellikle insan hakları konusunda çalışmalarda bulunan Prof. Dr. Veli Lök, bu iki alanı da ihmal etmeden bir arada yürüten ender tanıdığım saygın kişiliklerden biridir.
Nice sağlıklı ve mutlu yıllara diyorum...
Dr. Şükrü Güner
TTB Merkez Konseyi Yüksek Onur Kurulu Üyesi
'VELİ LÖK VE BİZLERE KAZANDIRDIKLARI'’
Saygıdeğer okurlar,
Çok sevgili hocamla ilgili yazılan bir yazıda kendisiden ''ortopedi ve travmatoloji alanında bir çok uygulamaya öncülük etmiş; öğretim üyeliği ve araştırmacı kimliğiyle çok sayıda bilim adamının yetişmesine katkısı olmuş; sosyal ve siyasal bir çok konuda çalışması olmuş'' denmektedir.
Bilim adamlığıyla birlikte, saygıdeğer hocamızı ''toplum adamı'' olarak da tanımlamamız gerektiği düşüncesindeyim Prof Dr Veli Lök, ülkemizin yetiştirdiği ve kendi alanında markalaşmış çok önemli bir bilim adamıdır. Öğrencisi olmaktan onur duyduğum sevgili hocam, bilim adamı kişiliğinin yanında insan yapısıyla, sosyal ve siyasal öğretileriyle de bizlere örnek olmuş ve yaşamının her dönemini '' önce insan, önce topluma hizmet, insan ve toplum sevgisi'' felsefesiyle geçirmiştir.
Veli Lök Hocamızla, hoca- öğrenci ilişkisiyle başlayan birlikteliğimiz., günümüze kadar devam etmiştir. Onun öğretileriyle çıktığımız yolda, asistan temsilciliğiyle başlayan demokrasi mücadelesi, ilerleyen yıllarda da sürmüş ve yine onun öğretileriyle , bu gün Muğla da hemşerilerime en iyi hizmeti vermeye çalışıyorum.
Ülkemizin yetiştirdiği en saygın bilim insanlarının başına gelen Veli Lök ün yetiştirdiği öğrenciler bu gün, sadece hekim olarak tıp alanında değil, toplumun değişik kesimlerinde örnek sosyal ve siyasal uygulamaları başarıyla yerine getirmektedir. Bu başarılı uygulamaların arkasında ise hiç kuşkusuz, Veli Lök ve onun gibi değerli bilim insanlarının, kendilerini topluma adamış değerlerin katkıları ve emekleri bulunmaktadır.
Muğla'da da , 70 li yılların en başından itibaren aldığımız kültürün bir yansıması olarak ''insan ve toplum'' odaklı bir belediyecilik anlayışıyla hizmetleri yürütüyoruz. Yaptığımız her işte ''toplumsal çıkar, adalet ve denge'' kavramlarını gözeterek hareket ediyor, hemşerilerimize eşit mesafede durarak hizmet vermeye çalışıyoruz. Sık kullandığım bir ifadeyi burada da yinelemek gerektiğini duyuyorum. '' Bizler, bu görevleri belirli sürelerle yapmak üzere görevlendirilmiş birer hizmetkarız.'' Bu ifadenin önemsenmesi ve aynı zamanda , topluma hizmet adına adım atan herkesin bu bu bilinçle hareket etmesi gerektiğine inanıyorum. Asıl olan bireydir., yurttaştır ve dolayısıyla yurttaşların bir araya gelmesinden oluşan toplumdur. Asıl olan toplumsal huzur, adalet, eşit paylaşım ve toplumsal mutluluktur. Birey odaklı bir anlayışla ormanı ıskalamazsak eğer ülkemizin her alanda gelişip kalkınması için en küçük bir neden kalmayacağına inanıyorum.
Kısaca anlatmaya çalıştığım bu felsefeyle çıktığımız yolda, Muğla Belediyesi olarak hangi noktaya geldik; bizlere aktarılanı ne kadar uyguladık kısaca sizlere aktarmak istiyorum:
Öncelikle ifade etmem gerekir ki Muğla ' da 1970 li yılların başından itibaren egemen olan anlayış, sosyal devlet ilkeleri doğrultusunda, insana değer veren, insanı, dolayısıyla toplumu vahşi kapitalizme kurban olmaktan alı koyan bir anlayıştır. 35 yıla yakın bir süredir devem eden bu anlayış, yerel yönetim anlayışında ve hizmetlerinde kendini göstermiş: sahip olduğumuz bütün değerlere sımsıkı sarılarak, onları dejenere etmeden geleceği yakalamanın yollarını aramıştır.
Bu anlayışla , Muğla Belediyesinde görev aldığım 1999 yılından itibaren günümüze kadar gelen dönem içinde kurumsal çıkar ve öncelikler hep en önde tutulmuştur.
Hemşerilerimize çok daha iyi ve çok daha kaliteli hizmet verebilmek için , belediyemizde yeniden yapılandırılmaya gidilmiş: belediyemizin bütçeleri gözden geçirilmiş, gerçekçi bütçeler ve bütçe disiplinleriyle ödemeler dengesi gözedilerek belediyemiz içinde bulunduğu borç yükünden tamamen kurtarılmıştır.1999 ılında gecikme faizleriyle birlikte bütçesinin üç katı kadar ağır bir borç yükünün altında ezilen belediyemiz, bugün Türkiye 'nin borçsuz sayılı belediyeleri arasına girmiş; 1999 yılında 1,5 trilyon lira olan bütçesi aradan geçen sürede tam 26 kat büyüyerek 39 trilyon liraya kadar ulaşmıştır.
• Hizmetlerin en verimli şekilde ve kesintisiz yürütülmesi için, yönetimde yeniden yapılandırılmaya gidildi.
• Hizmet kalitesinin yükseltilmesi amacıyla kurum içinde eşgüdüm, hizmet içi eğitim gibi önemli unsurlar hayata geçirildi.
• Göreve geldiğimiz dönemde yaşanan darboğazın aşılması için gelir gider dengesi en iyi şekilde ayarlandı.
• Yeni gelir kaynakları yaratılırken, mal ve hizmet alımlarında azami tasarrufa gidildi.
• Sıkı para politikasına rağmen , yatırımlarda aksama yaşanmadı.
• Gelir gider kalemlerindeki gerçekleşme oranları her yıl artan bir grafik izlendi.
• Disiplinli mali yapı sayesinde Muğla Belediyesi, Türkiye 'nin borçsuz belediyeleri arasına girerken ; yatırımlara ilişkin ödenek sıkıntısı da yaşanmadı.
• 1999 yılında 2 trilyon 319 milyar 325 milyon lira olan bütçemiz, 2006 yılında 34 trilyon 534 milyar 884 bin liraya, 2007 yılında da 39 trilyon 200 milyar liraya çıkartılmıştır. 1999 yılında SSK, Vergi Dairesi ,İller Bankası, Emekli Sandığı, esnaf ve işçiler başta olmak üzere çeşitli kurum ve kuruluşlara olan 2 trilyon 894 milyar liralık borç(faizleriyle birlikte 3,5 trilyon lira) tamamen ödenerek, Muğla Belediyesi Türkiye'nin sayılı ''borçsuz'' belediyeleri arasındaki yerini aldı.
• İller Bankasınca projelendirilen Şehirlerarası Otobüs Terminali ile Minibüs Garajı hizmete sokuldu.
• Kamyon Garajı tamamlanarak hizmete girdi.
• Yarım asırlık kullanılan Toplantı Hali, 15 bin metrekare alan üzerine kurulan yeni yerine taşındı.
• İtfaiye Müdürlüğü için yeni bina yapıldı.
• Makine İkmal Müdürlüğü için 1100 metrekare kapalı alanı olan ve içinde çeşitli atölyeler ve depoların bulunduğu yeni bir tesis yapıldı.
• 1950 !li yıllarda yapılan Mezhaba Tesisleri için, Akçaova köyü yakınlarında 1076 metrekare kapalı alanı olanyeni tesislerin temeli atıldı. 1,6 trilyon liraya mal olması beklenen tesislerin inşaatı son aşamaya geldi.
• 650 kişilik ana solonun yanında , 120 kişilik iki ve 80 kişilikte bir küçük salonun yer aldığı Kongre ve Kültür Merkezinin inşaatı son aşamaya geldi. Yaklaşı 10 trilyon liraya malolacak tesisin önümüzdeki mayıs ayında tamamlanması hedefleniyor.
• Konakaltı Kültür Merkezine 350 kişilik çok amaçlı bir kültür merkezi yapıldı., salona Nail Çakırhan ' ın adı verildi.
• 1999 yılında 63 bin metrekare olan aktif yeşil alan miktarı , bugün 260 bin metrekare seviyesine çıkartıldı.
• 13 bin metrekarelik Ahmet Taner Kışlalı ve 20 bin metrekarelik Mevhibe İnönü parklarının yanında Kışla Parkında yeni düzenlemeler yapıldı.. 38 bin metrekarelik Şehitlerimizin Anı Ormanı tamamlandı.
• Bunun yanında kent içindeki irili- ufaklı park saysı 36 ya yükseltildi.
• Kent merkezinin bir bölümünde çöp saati uygulamasına geçildi ve sokaklarda ki çöp bidonlarıyla çöp konteynırları kaldırıldı.
• Yenide Kazanım Projesi YEKAP uygulanmaya başlandı., çöpler kaynağında ayrıştırılarak geri kazanımları sağlandı.
• Her yıl bütün okullarda , öğrencilere çevre bilincini aşılanması için bilgilendirme toplantıları düzenlendi.
• Gönüllü çevre müfettişleri uygulamasına geçildi.
• Çevre gönüllüleri sayesinde , bütün ev ve iş yerlerine bilgilendirici afiş ve broşürler dağıtıldı.
• Okullarda katı atık toplama yarışmaları düzenlendi. Okullara YEKAP sepetleri konuldu.
• Tıbbi Atıklar Yönetmeliği , Ambalajlı Atıklar Yönetmeliği çıkartıldı.
• Elektronik atıklar ve atık piller için kentin değişik yerlerinde toplama merkezleri oluşturuldu.
• Muğla nın sahip olduğu su rezervi saniye 110 metreküp ten 238 metreküpe çıkartıldı. Ayrıca olası risklere karşı , bütün isale hatlarıyla pompa istasyonları geniş çaplı yenilemeden geçirildi. Yeni su kaynakları bulundu. 5 yeni kuyu açıldı. Doğal kaynakların yanında , rezerv olarak kullanılmak üzere , 3 yeni kuyu açılacak alan tahsis edildi ve DSİ ve İller Bankasında izinleri alındı. Ayrıca Toplu Konut İdaresinin yaptığı toplu konutlarla , Kötekli Mahallesi ve üniversite yerleşkesinin su ihtiyacını karşılamak üzere yeni bir isale hattı yapıldı, ayrıca bölgeye yeni bir su deposu yapıldı.
• Kültür Evi restorasyonu tamamlandı.
• Özbekler Evi restorasyonu tamamlandı.
• Sekibaşı Kahvesi restorasyonu tamamlandı.
• Arastata Belediye mülkiyetindeki işyerleri büyük onarımdan geçti.
• Yeni Hizmet Binası restorasyonu tamamlandı.
• Keyfoturağı Kahvesindeki başlatılan yenileme çalışmaları tamamlandı.
• Konakaltı Kültür Merkezinde 13değişik dalda , yaz ve kış dönemi olmak üzere her yıl iki dönemde ücretsiz kurs verildi.
• Belgesel Sİnemacıla Derneği ve Muğla Üniversitesi ile ortaklaşa '' Sözlü Tarih Atölyesi '' çalışmaları başlatıldı.
• Türkiye Yunanistan Belgesel Filmler Şenliği Düzenlenmeye başlandı.
• Yoksul hemşerilerimize gıda, yakacak ve para yardımları yapıldı.
• Muğla ' nın tanıtımı için çeşitli kitap , dergi, broşür, ve cd ler hazırlandı.
Özetlemeye çalıştığım bütün bu çalışmalar ''önce insan, önce toplum'' felsefesinin birer yansıması olarak değerlendirilmelidir. Ve bu felsefenin , hemşerilerimiz tarafından ne derece benimsendiği de memnuniyet verici bir şekilde ortadadır.
Öğrencisi olmaktan onur duyduğumu defalarca yinelediğim sevgili hocam Veli Lök ve onun gibi çok değerli yurtseverlerin , bilim ve toplum insanlarının katkıları ve emekleri , inanıyorum ki zaman içinde sonuçlarını gösterecektir. Yeter ki bizler sahip olduğumuz insan malzemesinin güzelliğinin farkında olalım ve onun değerini bilelim.
Hocamın gerek tıp gerekse sosyal alanda bizlere verdikleri, insanın insan onuruna yakışır bir şekilde yaşaması gerektiğine ilişkin ilkeleri; sadece benim değil onun yetiştirdiği ve onu tanıyan herkesin yaşam ilkesi olmalıdır. Sevgili hocama , bana ve benim gibi binlerce hekime , bu mesleği sevindirdiği ve bizleri yetiştirdiği için ayrıca bütün yurttaşlarımıza örnek olan davranışlarıyla hep içinde yaşadığı toplumu düşündüğü, topluma hizmeti kendine borç bildiği için minnet ve şükranlarımı sunarım.
Dr. Osman GÜRÜN
Veli Lök
Bir heyet zaman zaman pek çok güçlükle karşılaşır, zor kararlar almak durumunda kalır. Başka zamanlarda ise kimi kararlar hiçbir tartışmaya gerek kalmadan, oybirliği ile alınır kolayca. Öyle ki “başka nasıl olabilirdi ki!” dersiniz.
İşte bu ikinci türden bir durum 2004 yılının başında yaşandı. “Inge Genefke ve Bent Sørensen İşkence Karşıtı Destek Vakfı” Yönetim Kurulu bir kişiyi aday gösterip ödüllendirmeliydi: İlk Inge Genefke Ödülü'nü kim almalıydı?
Dünyanın dört bir yanında işkenceyle mücadele ile geçen 30 yıl boyunca kendini bu işi adamış sayısız saygın kişi ile çalıştıktan, işbirliği yaptıktan sonra elbet bu ödülün kimlere verilebileceğine ilişkin olası adaylar vardı. Aslında epey aday vardı. Ama soru şuydu: Taşıdığı erdemler, genel olarak işkence ile mücadele alanında yaptığı çalışmalarla ve elbette Inge Genefke'nin bu alandaki çabalarına sağladığı katkılar ile saygınlık kazanmış biri olmalıydı. Bütün bunlar düşünüldüğünde ilk ödülü kim almalı ya da ilk ödül kime verilmeliydi?
Yönetim Kurulu toplantısının başlamasından yalnızca birkaç dakika sonra, herkes, Yönetim Kurulu'nun tüm üyeleri daha tartışmaya bile başlamadan ortak bir karara varmıştı. Hepsinin adayı aynı kişiydi: Profesör Veli Lök, İzmir.
Askeri yönetim tarafından 24 saat içinde işyerini, işini, mesleğini, hastalarını bırakıp gitmeye zorlandığında uluslararası düzeyde saygınlığı olan Ege Üniversitesi Hastanesi'nde görevli bir ortopedik cerrahtı.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın kurulmasında kritik öneme sahip kişilerden biriydi. İzmir'deki Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi'nin babası sayılır. Ayrıca IRCT Konsey'in bir üyesi olmuş ve pek çok toplantısına katılmıştır. Pek çok kişi Veli'nin otoriteye karşı tutumunu ceketini Dr. Semmelweis'ın heykeline asarak gösterdiği 1991 yılında Budapeşte'de gerçekleştirilen toplantıyı keyifle yad etmektedir.
Türkiye'ye döndüğünde üniversiteye geri döndü, kendisine yaşatılanların tazminatı olarak da hastanesinde yeniden çalışmasına izin verildi. Zamanla bir ortopedik cerrah olarak saygınlığı daha da arttı, öncü araştırmalar gerçekleştirdi ve üzerinden yıllar geçtikten sonra bile falaka tanısının konulmasını olanaklı kılacak çalışmalar yaptı...
Veli Lök “mükemmelliği” temsil eder:
Cerrahi çalışmaları ile uluslararası düzeyde saygınlık kazanmıştır.
Araştırmaları ile uluslararası düzeyde saygınlık kazanmıştır.
İşkenceye karşı yürüttüğü çalışmaları ile uluslararası düzeyde saygınlık kazanmıştır.
Yürekliliği ile uluslararası düzeyde saygınlık kazanmıştır.
Inge Genefke Ödülü'nü almayı kabul ederek bizleri onurlandırmıştır. Onun dostu olarak değerlendirilmek de bizler için bir ayrıcalık, büyük bir zevktir.
Inge Genefke | Bent Sørensen |
Uluslararası İşkence Tedavi Merkezleri Konseyi (IRCT) Kurucusu ve Onursal Başkanı | BM İşkenceye karşı Komite (CAT) Eski Üyesi |
İNSAN HAKLARI VE HEKİMLİK
Daha önce ismini duymama rağmen hiç tanışmamıştım. Özellikle akademik başarılarıyla birlikte insan hakları alanında ki davranışı ve çalışmaları birçok ortamda örnek oluyordu.
Türkiye'nin insan hakları savunucuları açısından kötü ve acımasız bir süreci yaşadığı günlerde üniversite ortamında bir bilim insanın aydın sorumluluğu ile açıklamalar ve çalışmalar yapması nasıl örnek alınamazdı ki!
Özellikle hekimlik mesleği ve insan hakları savunuculuğunun doğal olarak bir arada olması gerektiğini sergilemek 12 Eylül darbesi yönetiminden sonra başlı başına bir problemdi.
12 Eylül askeri yönetimi sonrası bugünlere kadar gelen süreçte bazı hekimler ve tabip odaları insan haklarını “siyasi” ve “hekimlik dışı” olarak tanımlamaktaydılar.
Sonunda benim açımdan şanslı bir tanışma ortamı doğdu.
Evet, Veli Lök hocamla, ağabeyimle 1993 yılı Nisan ayında tanıştım.
Diyarbakır Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu'nda çalışıyordum. O dönem Mardin-Siirt-Batman-Şırnak illeri de Diyarbakır Odası'na bağlıydı.
Adı geçen illerde de insan hakları açısından zor günler yaşanıyordu.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın İsveç ziyaretine Veli Lök hocamla katılacaktım.
Bu ziyaretle saygıyla andığım o dönem TİHV Genel Sekreteri Mahmut Tali Öngören ve Evin Kantemir katılıyordu.
Veli hocamla İstanbul havaalanında tanıştık. Sıcak ilgisi, güven veren ve karşısındakini rahatlatan tarzı beni daha da mutlu etmişti.
Uçakta yol boyunca sohbet etmiş, İsveç programı ve bölgedeki gelişmeleri konuşmuştuk.
Bakış açısı-yaklaşımı beni daha da yüreklendirmişti.
Sevgili hocamın sıcaklığı, dostluğu, ağabey oluşunu uçakta daha iyi kavramıştım.
Hiç unutmam uçakta servis başladığında, viski istemiş ve bana da önermişti. Fazla alkol kullanmadığını ama uçak seyahatleri ve kovboy filmleri izlerken viski içmenin kendisine verdiği keyfi anlatması çok hoşuma gitmişti.
İsveç programı çok yoğundu. Aynı mekânda konaklıyorduk. Her gece günün yorumunu ve ikinci günün çalışmalarını değerlendiriyorduk.
Ortak dilimizin oluşunu keşfettiğimde çok mutlu olmuştum.
Hocamın ortopedi alanında başarısını İsveç'te ziyaret ettiğimiz hastanelerde ortopedistlerin yaklaşımıyla gördüğümde gururlanmıştım.
Sabırlı ve doğal olarak saygı duyulmasını getiren tarzıyla birlikte esprili anlayışı da insanı etkiliyordu.
İsveç dilinde “Lök” kelimesinin soğan olduğunu gülümseyerek söylemesini unutamam.
Veli Lök hocanın sadece Türkiye'de değil tüm Dünya'da işkencenin saptanmasındaki bilimsel yaklaşımı insan hakları mücadelesi açısından anlamlıdır.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı Diyarbakır Tedavi Merkezinin açılması için hekimlere yönelik insan hakları, işkencenin saptanması ve tedavisi konusunda yapılan etkinlilerde Veli hocanın önemli katkıları oldu.
Diyarbakır Tabip Odasının her yıl geleneksel 14 Mart Tıp etkinliklerinde sivil toplum örgütlerinden oluşan jüriyle belirlenen Barış, Dostluk ve Demokrasi ödülünün Veli Lök Hocamıza verilmesi ve gerekçesi İnsan Hakları ve Hekimlik açısından büyük anlam taşımaktadır.
“İnsan Hakları” denince, bazı kesimler tedirgin olmaktadır. Aslında insan hakları, özgürlük, adalet ve barışın temelini oluşturan eşit ve vazgeçilmez haklardır. Bu haklardan yararlanmak için, ırk, cins, din, dil ve siyasi görüş farkı öne sürülemez. Bu ilkeler, aynı zamanda hekimlik uygulamalarının prensibidir.
Hekimler, davranışlarına yön vermek için yaşadıkları toplumun ve çağdaş uygarlıkların değer yargılarını izlemek ve bilmek zorundadırlar. Toplumun değer yargıları, tıp mesleğindeki etik kuralların oluşmasını etkilediği bilinmektedir.
Sağlıklı yaşam olmadan insan haklarından söz edilemez. Hekimlerin konusu ve uğraş alanı insandır. Bu açıdan çok etmenli olan sağlık olgusu karşısında, hekimler doğal olarak, mesleği gereği insanı ve onun haklarını savunmak zorundadır.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ndeki temel haklardan biri sağlıklı yaşam hakkıdır. Dünya Sağlık Örgütü Bildirgesi'nin 2 ve 3. maddelerine dayanarak, bu hakkı kendi temel kaynaklarında benimsemiş ve ilke olarak kabul etmiştir. Bu ilke “Irk, din, politika inanç, ekonomik ve sosyal durum farkı gözetmeksizin, herkesin erişebilecek en yüksek sağlık düzeyine ulaşması temel haklardan biridir.” diye tanımlanmıştır.
Sağlık, doğuştan kazanılmış bir insan hakkıdır. Hekimler, insan hakları konusunda kendilerini geliştirmez, bu hakları benimsemez ve davranışlarını buna göre yönlendirmezse saygınlıklarını kaybetmeleri kaçınılmazdır.
Sağlıklı yaşam kişilerin sağlığını koruyarak ve hastaları tedavi ederek sağlanır. Bu nedenle hekimlik uygulamaları ve sağlıklı yaşam hakkının sağlanmasını bir bütün olarak görmek gerekir.
Hekimlik mesleği açısından, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni 5. maddesi de önem taşımaktadır. Bu madde “Hiç kimseye işkence, zulüm, insanlık dışı ve onur kırıcı işlem yapılamaz.” demektedir. Dünya Tabipler Birliği buna dayanarak bildirgelerinde şu yargıya yer vermiştir; “Hekimler işkence veya başka biçimde zulüm, insanlık dışı ve alçaltıcı eylemlere karışmayacak, bu eylemlerin yapıldığı yerde bulunmayacak, bu konuda alet, ilaç ve bilgi vermeyecektir.”
Hekimler, hastalarına karşı sorumluluklarının bilincinde olduğu ve bu işi benimsediği kadar topluma karşı sorumluluklarını da bilme, benimseme ve bu yolda yönlendirmek zorundadır.
Hekimler açısından, yaşama hakkına yönelen bir diğer önemli konu ise silahlanmadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, diğer insan hakları bildirge ve antlaşmalarına karşın, silahlanma günümüz dünyasında giderek artmaktadır. Hekimler, silahlanma karşısında barışı savunmakla insanların yaşama hakkını da savunmuş olur.
Günümüzde hekimlik artık, yalnızca biyolojik anlamda “tehlikeye düşmüş” insanı yeniden eski durumuna getirmek değil, onun sağlığını bozan tıbbi ve tıbbi olmayan (sosyal, siyasal, ekonomik) etkenleri belirleyerek, onlardan korunması konusunda yardımcı olur.
Dünya Sağlık Örgütü'ne göre sağlık; sadece hastalık ve sakatlık halinin olmayışı değil ruhsal, bedensel, sosyal ve toplumsal açıdan tam iyilik halidir. Bu çerçeve de, hekimlerin görevi insan sağlığını korumak; bozulması durumunda da düzeltilmesi için uğraş vermektir.
Hekimlerin mesleki görevi, tek tek ve tümü ile insan yaşamını korumak ve geliştirmektir. İnsanların “yaşam hakkı” ve “sağlıklı olma hakkı” hekimlik mesleğinin varlık nedenidir.
“Yaşam hakkı”nın ihlalleri olan; idam cezası, işkenceler, kötü cezaevleri koşulları, “sağlık hakkı”nın ihlalleri olan; çevre kirlenmesi, kötü beslenme, kötü konutlarda yaşama, sağlık hizmetlerinin önemsenmemesi ve koruyucu sağlık hizmetlerinin ihmalleri hekimleri ilgilendirmektedir.
Ayrıca, hekim ve sağlık çalışanlarına yönelik insan hakları sorunları da hekimleri ilgilendirmektedir. İnsan haklarının çeşitli ihlallerini hekimlerin ortak edilmesi, adli rapor konusundaki sıkıntıları, hekimlik mesleğinin insana yardım etme amacının önüne çıkarılan engeller, karşılıksız çalıştırma, düşük ücretle çalışmaya zorlanma gibi çeşitli konular da önemlidir.
İnsanın yaşamını tehdit eden her şey hekimliği ilgilendirmektedir. Hekimler yaşamın savunucusu ve koruyucusudur. Bu nedenle hekimler mesleki açıdan insan hakları savunucusudur.
Prof. Dr. Veli Lök'ün hekimliği bu açıdan örnek alınmalıdır.
Dr. Necdet İPEKYÜZ
Veli Lök'e...
Her şeyden önce “Doğum günün kutlu olsun” demeliyim, sonra da gelsin kurdeleler, pullar, payetler, çiçekler... Elbette bir de şampanya ve armağanlar...
Ama, bana öyle geliyor ki Veli, sen başka türlü bir şeye layıksın: Seni Mütevazı Akranlar Kulübü'nün seçkin üyeliği ile onurlandırmak isterim. Bu benim 75 yıllık yaşamına (ki ben de bir o kadarım, birkaç ayla sen benden büyüksün) biçtiğim değerdir.
Bunu gerçekten hak ediyorsun!
Ediyorsun da bu “Mütevazı Akran” dediğim tam olarak nedir:
- kibar bir insan, tıpkı senin gibi,
- cömert bir kişi, tıpkı senin gibi,
- duyarlı biri, tıpkı senin gibi,
- çalışma alanıyla ilgili konularda tam bir uzman, tıpkı senin gibi,
- geçip giden zamana karşın devamlı bir çocuğun merakına sahip, tıpkı senin gibi,
- inançlı ve cesur biri, tıpkı senin gibi.
Taşıdığın bütün bu erdemlerin yanı sıra Mütevazı Akranlar Kulübü'nün öteki üyeleri gibi sen de alçakgönüllüsün. İşte bu son özelliğin senin için bu sınırlı sayıda üyesi olan seçkinler kulübünün kapısını ardına kadar açıyor.
Bu kulübün benim zihnimden başka bir ikametgah adresi yok, ama inan bana gerçekten çok değerli eşlikçilerle berabersin. Başka kimler mi var, seninle bir dahaki buluşmamızda söyleyeceğim: gizli bir topluluk! Ama ne topluluk. Hepinize de belleğimde evsahipliği yapıyor olmanın gururu da bana kalıyor.
Biliyorum ki pek çok kişi profesyonel yaşamın boyunca ortaya çıkardığın ürünlerin uzun listesini anlatacaklardır.
Ama ben, anlayacağın, yalnızca senin başkaları için olduğu kadar benim için de ne kadar büyük biri olduğunu kendimce anlatmak istedim. Senin için yürekten bir sevgi beslediğime ve sana derin bir hayranlık duyduğuma seni temin ederim.
Hélène Jaffé
Sürgündeki Baskı Kurbanları Derneği (AVRE) Başkanı
Bir insan hakları çalışanına dönüşmek: Veli Lök gibi olmak!
Hemen her yıl en az bir düzine öğrenci bana gelip insan hakları alanında nasıl kariyer yapabileceklerini danışırlar. Kaçınılmaz olarak da ilk merak ettikleri insan hakları çalışabilmek için hangi hukuk fakültesine gitmeleri gerektiği olur. Bense onlara “gelin size Veli Lök'ü anlatayım biraz” derim.
Dünyadaki her baskıcı hükümet işkence yaptığını inkar eder (elbette şu andaki ABD Hükümeti dışında; onlar işkence yapmanın hakları olması gerektiğini savunuyorlar). Buna bağlı olarak da Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütlerinin, topluluklarının yalan söylediklerini ya da ülkede olup biteni yanlış yorumladıklarını ileri sürerler. Gerçeği insanlardan gizlemeye çalışırken yalnızca kendi bakış açılarından değerlendirdikleri aynı insanların üzerine binen işkence ve şiddetin yarattığı terör ortamından da yarar sağlarlar. Hakikatin titrek mum alevinde görünen ve gözardı edilebilecek bir yönüdür bu yalnızca.
İzmir'de Türklerin falaka dedikleri, Yunanlarında falanga dedikleri bir tür işkence yöntemi uygulanırdı. Bu yöntem bir kişinin ayak tabanlarına bir sopa ya da benzeri bir şey ile vurarak kişinin şiddetli ağrılar duyması ve uzun süreli hasarlar meydana gelmesini sağlamaktadır. Uygulanan yöntemle ilgili insan hakları raporlarına göre polis çoğunlukla yaraların, o da ortaya çıktığı durumda, merdivenden yuvarlanmak gibi kazalar sonucu oluştuğunu ileri sürerdi. Bunun dışında bir gerekçesi olabileceğini ima etmek bile polise hakaret olarak değerlendirilirdi. Böylesi bir iddianız olduğunda ise olanca cüretleri ile şöyle derlerdi: “Kanıtla!”
Bütün bunlar olup biterken ortaya saygıdeğer, muhterem ve bilge Profesör Veli Lök ve araştırmacı çalışma arkadaşları sahneye çıktı. Sorunu enine boyuna değerlendirdiler ve sözkonusu yara berenin falakadan başka hiçbir biçimde oluşamayacağını belgeleyen ve bilimsel bir biçimde ortaya koyan yepyeni bir yöntem geliştirdiler. Geliştirdikleri bilimsel görüntüleme yöntemi ile kanıtladılar! Bunu yaparak Veli Lök, artık mahkemede yargıçların önüne kanıt koyulabileceği için falaka kullanan polislerin canına ot tıkamanın önünü açmıştır. Daha önceden yapıldığı gibi kimin doğruyu söylediğine ilişkin laf dalaşı yapmak artık pek de kolay değildir. Veli Lök sağolsun, sayesinde İzmir'de falaka kullanımı ortadan kalkmıştır.
Genç ve azimli öğrencilere hukuk okumak yerine Veli Lök gibi biri olmaları için tıp fakültesine gitmelerini söylüyorum. Ancak bir yandan da unutmamalılar ki polisler falaka kullanmayı bıraktıktan sonra işkencenin başka yöntemlerini uygulamaya başladılar. İnsanoğlu yaratıcıdır, sapkınlıklarında bile. İşkenceciler de zorda kaldıklarında öğreniyorlar, yeni yöntemler buluyorlar ve değişiyorlar. Bu bakımdan yalnızca Dr. Lök'ün geliştirdiği yöntemi öğrenip uygulamak değil aynı zamanda yaratıcı işkencecilerin bir adım önünde olabilmemiz için yeni yöntemler de bulmak eş derecede önemlidir. Yalnızca hukuk ve tıp alnında değil başka alanları da içine alan yöntemler geliştirmeliyiz. Böylece gözlerimizi başka yöne çevirmemize neden olan olumlayan güdülerimizi, şiddeti olağanlaştıran eğitim ve öğrenme alışkanlıklarımızı, sessizlik kültürünü ve cezasızlık olgusunu değiştirebiliriz.
Yeni kuşakların cesaretine ve kendilerini adamışlıklarına gereksinimimiz var. Ama daha önceden yaptıklarımızı bir kere daha yapmak için değil. Ne yazık ki bugüne kadar yaptıklarımız, başardıklarımız işkencenin önlenmesine yetmiyor, hâlâ yetersizler. Dr. Veli Lök'ün bulduğuna benzer yepyeni araçlar bulmamıza yarayacak bir yaratıcılığa ihtiyacımız var.
İşte beni ziyarete gelen öğrencilere söylediklerim bunlar.
Doktor ve araştırmacı olan Veli Lök olmaya takılıp kalmayın, her ne kadar özenilecek bir durum olsa da. İnsan olan Veli Lök olmaya bakın, o zaman dünyayı değiştirebiliriz.
Douglas A. Johnson
İşkence Görenler Merkezi, Müdür
Artroskopik Cerrahi Eğitim Prensipleri
ve
Dr. Veli Lök Beceri Geliştirme Laboratuarı
Prof. Dr. Mustafa Karahan
Dr. Umut Akgün
Dr. Rüştü Nuran
Dr. Barış Kocaoğlu
İlerleyen tıp uygulamalarının ana hedeflerinden biri de gerekli girişimleri hastalara en az düzeyde zarar verecek şekilde gerçekleştirmektir. Minimal invazif girişimler diye de adlandırılan bu girişim türünün en yaygın örneği küçük merceklerin kullanıldığı bir kamera sistemiyle eklem içinin görülebildiği artroskopi yöntemidir. Dünyadaki teknolojik gelişmelerin tıp uygulamalarına yansımasıyla artroskopi yöntemi kullanılarak eklem içinde cerrahi girişimler yapılabilmektedir. Artroskopik cerrahinin en sık kullanıldığı durumlar hemen hemen her eklemdeki kıkırdak hasarı, dizdeki menisküs yırtıkları, bağ kopmaları, omuz çıkıkları, dirsek ve elbileği eklem içi bozukluklarıdır.
Ortopedik cerrahi girişimler arasında diğer girişimlere göre artroskopik cerrahi girişimler çok büyük bir yer tutar. Sadece menisküs lezyonlarına artroskopik cerrahi girişim herhangi bir ortopedi kliniğinin tüm cerrahi yükünün %10 ila %20'sini oluşturmaktadır. Ortopedik cerrahlar, hastalar ve yaşam kalitesi için bu kadar önemli bir girişimin doğru, eksiksiz ve maliyet etkin bir şekilde uygulanabilmesi için girişimi yapacak kişilerin tam bir eğitimden geçmeleri tartışılmaz bir önkoşuldur.
Ülkemizde artroskopik cerrahi eğitiminin yetersizliği ve bu konuda bir standart oluşturma ihtiyacı bu alandaki uzmanlar tarafından gözlense de Türk Spor Yaralanmaları, Artroskopi ve Diz Cerrahisi Derneği gerçekleştirdiği ulusal ve uluslararası çalışmalarıyla örnek oluşturmaktadır. Derneğimizin asistan veya uzman düzeyindeki ortopedistlere yönelik başlıca eğitim faaliyeti Yurt sathına yayılmış bilimsel toplantılarıdır. Ortopedi kliniklerinde gerçekleştirilen artroskopik cerrahi eğitiminin belirlenmiş standartlar ve çağdaş eğitim yöntemleri ile yürütüldüğünü söylemek gerçekçi olmayacaktır. Hipokrattan öğrendiğimiz usta - çırak ilişkisi halen artroskopik cerrahi eğitimin temel eğitim yöntemidir.
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı uzun yıllardır, spor yaralanmaları, artroskopik cerrahi, diz ve omuz cerrahisi konusunda etkin çalışmalarda bulunmuştur. İkibinbeş yılında kurulan Spor Bilimleri ve Sporcu Sağlığı Araştırma ve Uygulama Merkezi (SBSAM) eğitim çalışmalarımızı tek çatı altında toplama olanağı vermiştir. Marmara Üniversitesi Spor Bilimleri ve Sporcu Sağlığı Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin amaçları aşağıdaki gibidir;
- ülkemizde karşılaşılan sorunlara yönelik araştırma yapmak ve araştırma yapmak isteyenlere maddi ve manevi kaynak sağlanmasına aracı olmak
- lisans ve lisansüstü öğrencilere eğitim vermek, spor yaralanmalarının tedavisinden çok yaralanmalarının önlenmesine yönelik çalışmalarda bulunmak
- yaralanmış sporcuların spora dönüş dönemlerinde destek olmak
- bölge spor adamları ve sporcularına sağlık hizmeti sunmak
- sağlık hizmeti sunanlara eğitim vermek
- ihtiyaç duyulan yerlerde yukarıdaki konularla ilgili danışmanlık hizmeti vermektir.
Merkez bünyesinde kurulan Dr. Veli Lök Beceri Geliştirme Laboratuarı’nın amacı sporculara sağlık hizmeti sunanlara eğitim vermektir. Hedef kitlesi ortopedik cerrahlar, ortopedik cerrah dışı hekimler, fizyoterapistler, spor bilimciler ve takım destek elemanlarıdır. Ortopedi cerrah ve asistanlarına yönelik eğitim etkinliğimiz “Artroskopik Beceri Geliştirme Kursu”dur. (Ek – 1) Kursumuzdaki temel amaç artroskopi sırasında kullanılan temel becerileri kineziyolojik yaklaşımla tespit edip, literatürden destek alarak oluşturulan aşağıdaki prensiplerle öğretmektir.
Usta cerrahın (deneyimli uzman) mesleki bir uygulama sırasındaki hareketleri dışarıdan bakıldığında basit, zarif ve olağanüstü etkinken aynı koşullar altında çırak cerrahın (asistan) hareketleri hantal, sarsak ve amaca ulaşmaktan uzaktır. Klasik cerrahi eğitimde çırak cerrah (asistan) usta cerrahın (deneyimli uzman) yaptıklarını nasıl öğrendiğinin farkında olmadan öğrenir. İki cerrah arasındaki farklılığın herhangi bir basit açıklaması yoktur ve cevap tek bir disiplin altında aranmamalıdır. Çok farklı bilimler arasında da, öğrenme ve motor becerileri kontrol edebilme bilimi olarak tanımlanabilecek kineziyoloji ön plana çıkar. Kineziyoloji bilimi, kökenlerini nörofizyoloji ve deneysel psikolojiden (nasıl yapıldığını önemsemeden gerçekleştirilen yüksek beceri hareketlerini inceleyen bilim dalı) alır. Cerrahi motor beceriler, kineziyolojinin ideal uygulama alanı gibi görünmesine rağmen kineziyolojinin cerrahi beceri eğitiminde aldığı yer sınırlı olmuştur. Cerrahi motor beceriler kineziyolojik bakış açısıyla, bazı hareket paternlerini nöronal düzeyde (nöral bilimler), hareket paternlerinin zaman ve uzayda gelişimi aşamasında (kinematik bilimi) veya hareketlerin sonuçlanma aşamasında (davranış bilimi) incelenebilir.
Motorik performansın 1. basamağında istemli hareketler, 2. basamağında vücut kısımlarının gözlem sonucu gerçekleştirdiği hareketler ve 3. basamakta da uygulamanın birbirini takip eden motorik becerinin gerçekleştirildiği hiyerarşik bir denetime sahiptir. Motorik performans, kognitif amaç doğrultusunda birbirini takip eden beceriler bütünüdür.
Herhangi bir artroskopik girişimin başarılı olabilmesi cerrahın hastaya yaklaşımı, anatomi bilgisi ve el manipülasyonlarına yatkınlığına bağlıdır. Doğru hasta seçimi, hastanın cerrahiye hazırlanması ve ihtiyaç duyulan tıbbi bilgi kognitif düzeyde öğrenilir. Artroskopik performans ise pratik uygulamalarla gelişen göz - el koordinasyonuna dayalı psikomotor bir beceridir. Doğal yatkınlığı ne olursa olsun her cerrahın psikomotor becerilerini geliştirebilmek için doğru ortamda uygulamalar yapabileceği zamana ihtiyacı vardır. Hastane ortamlarında hastanın sağlığı ve emniyeti ön plandadır. Eğitim amacı isa daha gerilerde yeralır. Hastane ortamında ideal motor beceri öğrenme aşamalarının ancak bazı kısımları gerçekleşebilir. İdeal motor beceri eğitimi 5 aşamadan oluşur.
1. aşama : Öğrencinin beceriye neden ihtiyaç duyduğunu ve sağlık hizmeti sunarken nasıl kullanacağını anlaması.
2. aşama: Öğretmen söz konusu işlemi hiç konuşmadan baştan sona göstermeli. (demonstrasyon) Konuşmadan gerçekleştirilen işlem tamamlandığında öğrencinin kafasında motor becerinin nasıl olacağı konusunda bir fikir olacaktır.
3. aşama: Öğretmen işlemi tekrar yaparken bu kez açıklamalarda bulunur ve öğrencilerin soru sormalarına olanak tanır.
4. aşama: Öğrenci uygulamayı gerçekleştirirken yaptıklarını anlatır. Böylece becerinin hatırlanması kolaylaşır.
5. aşama: Öğrenci uygulamayı yapar ve öğretmen seyrederken geribildirimlerde bulunabilir. (koçluk) Bundan sonrası da artık öğrencinin tekrarlarına kalmıştır.
Motor beceri kazanma çalışmalarında öğrenilmesi istenen becerinin tek bir hareket mi (iğne yapma), birbirini takip eden bir kaç hareket mi (dikiş atma) yoksa hareketler silsilesi mi olduğunu belirlemek hareketi parçalara bölmek açısından çok önemlidir. Özellikle kompleks bir cerrahi tekniğin parça parça öğretilmesi öğrencinin tümevarım yoluyla öğrenmesini sağlayacaktır. Detayların az olduğu becerilerde yeni öğrenenlerde daha az zorluk çekecek hedeflenen beceriye daha iyi odaklanabileceklerdir.
Ek – 1
Temel Artroskopik Beceri Kursu Tanımı
Tanım :
Artroskopik Becerilerinin gelişmesine ihtiyaç duyan ortopedi asistan ve / veya ortopedistlerin eğitim alacağı 3 günlük süreç. Eğitim teorik, model üzerinde alıştırma, dana dizi üzerinde alıştırma ve cerrahiye katılım aşamalarından oluşmaktadır.
Prensipler :
Program sırasında öğrenmenin yöntemleri gözetilerek artroskopik cerrahi eğitimi verilecektir. Eğitimini tamamlamış kişi becerisini ne için kullanacağını bilecek, becerisinin tanımını yapabilecek ve becerisini gerçekleştirebilecektir.
Eğitim Hedefleri :
- Artroskopik Cerrahinin Temel Teorik Bilgileri
- Artroskopik Teknoloji
- Kineziyoloji ve boyut kavramı
- Diz ekleminde sık yapılan cerrahi girişimler
Eğitim kutusu
El aletlerinin tutulması ve kullanılması
Kineziyolojik cihaz
Maket
Donnie
Portaller
Oryantasyon (kamerayı tutma)
kamera
teleskop
Portaller interchangeable kullanımı
Diyagnostik artroskopi
Suprapatellar poş
Patellofemoral eklem
Medial kompartman
İnterkondiler noç
Lateral kompartman
Triangulasyon
saat tutularak 10 değişik noktaya dokunacak
Ayna testi
Çift el koordinasyon (triangulasyon)
Önceleme testi
Dana dizi
Hazırlanışı ve gereken ekipman
Portal yerleşimi
Dana dizi anatomisi ve insan dizine uyumu
Eğitimin aşamaları
Diyagnostik artroskopi
Suprapatellar poş
Patellofemoral eklem
Medial kompartman
İnterkondiler noç
Lateral kompartman
Girişimsel artroskopi
Loose body çıkartılması
Sinovial biopsi alma
Kondral flap eksizyonu
Retinaküler release
Parsiyel menisektomi
Total menisektomi
Ön ve arka çapraz bağ debridman
Kıkırdak lezyonlarının değerlendirilmesi
Drilling
Uygulamada diz açısısın ayarlanması
Drill derinliği ve çapı
Menisküs dikiş teknikleri
dışarıdan içeriye (outside – in)
içeriden dışarıya (inside – out)
(tümü içeride) all inside
Referanslar
Blain J, McClure N : How we learn new skills (a beginner's guide) Tbe Obstetrician G Gynaecofogist 2002 April Vol. 4( 2):101-5.
Dubrowski A, Backstein D. The contributions of kinesiology to surgical education. J Bone Joint Surg Am. 2004 Dec;86-A(12):2778-81.
George JH, Doto FX : A Simple Five-step Method for Teaching Clinical Skills Family Medicine 2001; September, 577-578
VELİ BEY'İN ÇIRAĞI
1969 yılının son baharında Bornova'da vaktimizin çoğunu geçirdiğimiz kantin olarak kullanılan teneke barakada bir grup arkadaş ile birlikte “TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” afişi altında çay içiyor ve “NEŞTER” dergisinin 2.sayısını nasıl çıkartırız muhabbeti yapıyoruz. Derginin fikir babası, genel yayın yönetmeni ve yazarı Ali Menteş'e yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ali, ortopedi ve travmatoloji bölümü doçenti Veli Lök'ten yazı istememizi önerdi.
1969 yılında Ortopedi kliniği Behçet Uz Çocuk Hastanesi içinde küçük bir binada eğitim ve çocuk ortopedisi yapıyordu. Kudret Güven, Ali ve Ben Veli Bey'i ziyarete gittik. Ben yaşamımda ilk defa sosyalist bir öğretim üyesi ile tanıştım. Ali Menteş, Neşter ile ilgili bilgiler verdi. Veli Bey, Kudret ve ben dinledik. Çok az konuşuyor, daha çok dinliyor, kısa ve öz birkaç kelime ile fikirlerini söylüyordu. “3-4 gün sonra yazıyı hazırlayıp, vereciğini” söyledi ve gelip yazıyı almamızı istedi. Bıyıkları, genel görüntüsü düşlediğim ve görmek istediğim pos pıyıklı, konuşkan, espirili, bol keseden atan, “hadi gençler yürüyün biz arkanızdayız” diyen birisi olmadığı için pek te gözümü doldurmamıştı.
O yıllarda biz DEV-GENÇ'li Veli Bey de Türkiye İşçi Parti'li olduğu için çok karşılaşmadık. Bir yıl sonra 12 mart muhtırası verildi. Bizim sesimiz, soluğumuz kesildi, kendi köşemize çekildik. Uslu öğrenci olduk, okulu bitirdik, doktor olduk. Veli Bey'in o dönemde işçi Partisi içinde olduğunu ve aktif görev aldığını biliyoruz.
1976 yılı ilk baharında askerlik sonrası sınıf arkadaşım ve ortopedi asistanı Bekir Kumbul beni ortopedi ameliyathanesinde Veli Bey'e takdim etti. Benim mart ayında açılan göz ihtisas imtihanı kazanmama rağmen sol görüşlü sol görüşlü olduğum için kliniğe kabul edilmediğimi, haziranda açılacak ortopedi ihtisas imtihanı için hazırlandığımı söyledi. Veli Bey, her zamanki gibi az, öz ve yavaş konuşarak imtihana iyi hazırlanmamı ve yüksek bir not almamın gerekli olduğunu söyledi.
Temmuz 1976'da ortopedi asistanı olarak göreve başladım ve Veli Bey'i daha yakından tanıma fırsatına sahip oldum. Çok yönlü kişiliğini, çok iyi bir doktor ve aynı zamanda çok iyi bir eğitimci olduğunu gördüm. Zeki Müren'in sahnesinde keman çaldığını öğrendiğimde çok şaşırdım Asistan eğitimine çok önem verirdi ve ortopedi asistanları olarak kendisinden çok şeyler öğrendik. Hangi yılda hangi ameliyatları yapmamız, yabancı yayınları takip etmemiz, araştırma yapmamız, disiplinli olmamız, teorik bilgilerimizi pratikle birleştirmemiz gerektiğini ondan öğrendik.
Benim asistanlığımın ilk yıllarında total kalça protezi ameliyatı Türkiye'de yeni yapılmaya başlamıştı. Türkiye'de kalça protezini başarıyla uygulayan ilk hekimlerdendir. Dirsek ve diz protezlerinin ilk uygulayıcısıdır. Doğuştan kalça çıkıklı erişkin hastalara total kalça protezini başarı ile uygulamıştır. Veli Bey iyi bir hekim olduğu gibi soğuk kanlı, sabırlı ve çalışma arkadaşlarına saygılı bir kişidir. 1977 yılında beni çok etkileyen ve defalarca meslektaşlarıma ve dostlarıma anlattığım ameliyathanede geçen bir anım vardır; hastanın asetabulumu küçük ve sığ olduğu için standart cup yerine özel küçük cup kullanılması gerekiyordu. O yıllarda malzeme bu günlerdeki gibi kaliteli ve bol değildi. Küçük cup Ankara'da bir adet bulundu ve hastanın ailesi cup'ı uçakla getirtti. Dr.İlker Özsüt, çömez asistan olarak ben ve total protez hemşiresi Mesudiye Hanım Veli Bey'in ekibi olarak ameliyata girdik. Zor bir ameliyattı. Veli Bey 2-3 saat uğraştı, cup'ın yerini hazırladı. Deneme cup'ları ile asetabulumun uygun olduğu görüldü. Son bir defa da kullanacağımız cup'ın denenmesi gerekiyordu. Hemşireden cup'ı istedi. O anda bir ses işitildi. İlker ağbi, hemşire, personel ve ben göz göze geldik. Mesudiye hemşire zor bulduğumuz Ankara'dan gelen, biricik küçük cup'ımızı elinden düşürmüştü. O an bir sessizlik oldu. Veli Bey “ne oldu” diye sordu. İlker ağbi “cup yere düştü” dedi. Veli Bey çok sakin ve sesini yükseltmeden “olur böyle şeyler arkadaşlar, biraz uğraşacağız ama başka çaremiz yok, standart cup'ı kullanacağız” dedi ve reameri aldı, oymaya devam etti. Ameliyat 4 saat uzadı. Güç şartlarda , şanssızlık ve olanakların yetersiz olduğu durumlarda bir cerrahın sinirlerine hakim olarak, etrafına kızmadan ameliyatı başarılı bir şekilde sonuçlandırmasının gerekliliğini o zaman öğrendim. Salihli'de yaptığım ameliyatlarda hep o günü ve Veli Bey'i hatırladım.
Veli Bey'in iyi bir baba ve aile reisi olduğunu da biliyoruz. Zaman zaman İstanbul'a gider, oğlu Genç Öncü Alpay'ı ziyaret eder, karakoldaki yaralanmalarını tedavi ederdi. Özel sohbetlerde Alpay'ın öğrenciliği ile ilgili sorduğumuz sorularda az ve öz bilgi verirdi. “Alpay eğitimine devam ediyor”. Alpay'ın eğitimi ne kadar sürdü bilmiyorum ama, biz Veli Bey gibi bir babamız olmadığı için onu çok kıskanırdık. Bu duygularımı Veli Bey'in üniversiteden emekli olduğu gün yapılan tören sonrası Alpay'a ilettim. Veli Bey gururla Alpay'dan bahsetti ve başarılarını anlattı. En iyi yatırımın çocuğa yapılan eğitimin olduğunu ondan öğrendim.
12 Eylül geldi, ortopedi kliniği dağıldı. Ben de eşim göz asistanı ve ağbim Salihli'de hekim olduğundan İzmir'den çok uzaklaşmamak için Salihli'de muayenehane açtım. Şartlar bizi muayenehaneci yapmıştı. Bir gün yaşlıca bir köylü kadın bekleme salonunda konuşuyordu; “benim adamın bacağı kırıldı. İzmir'e gidecektik, gitmedik gari, kahvede dediler ki; Veli Bey'in çırağı Salihli'ye gelmiş, dükkan açmış, biz de buraya geldik”.
Ben her zaman Veli Bey'in çırağı, öğrencisi ve arkadaşı olmaktan gurur duydum.
Dr. İbrahim Cevdet KOCABIYIK
VELİ HOCA
Nereden başlamalı nasıl anlatmalı, bir öğrencinin hocasını anlatması güzel şeyler söylemesi yağcılık mı olur? Şimdi aramızda çıkar ilişkisi yok ikimizde emekliyiz, olsa olsa yazdıklarım içten duygularım olabilir.
Söze başlamadan, öğrencilik yıllarımın Türkiye'sinin fotoğrafını çekip kısaca ülkenin insan kaynaklarından bahsetmek yararlı olur kanısındayım. 1960'lı 1970'li yıllar ülkenin nüfusu 31 milyon, İzmir'in nüfusu 371 bin mütevazi bir kent yine de Osmanlının son döneminde ekonominin başkenti sayılabilecek herkesi içinde barındırabilecek bir kent.
Ülke kurtuluş savaşından çıkalı kırk yıl olmuş. Cumhuriyet çok genç açlık, kıtlık ve sefillik hala yaygın. Sistem hala oturmamış ülke nüfusunun %70'i köylü; hatta göçer. Okuma yazma oranı % 50'nin altında, kişi başına düşen GSMH 800 dolar civarında, bebeklikte ölüm oranı binde 150'lerde. Ülkemizde dört tane üniversite var ( İstanbul Üniversitesi, Ankara Üniversitesi; Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve son olarak ta Ege Üniversitesi o da 12 yaşında. Oysa şimdi ülkemizde yetmişin üzerinde üniversite var. Belki bunda da ipin ucunu kaçırdık) ve dört üniversite bile kendi akademisyenlerini tam olarak yetiştirememiş, bir kısım yabancı uyruklu öğretim üyeleri ile takviye etmiş. Çoğunluğu Alman, belki de böyle olmasının bir nedeni 1945'teki 2. Dünya Savaşı ve Almanya'dan bazı bilim adamlarının ülkemize sığınması.
Üniversitelerde köyden gelen pırıl pırıl Anadolu çocukları yoğunlukta, kentli toplumla yeni buluşuyor. Kentlerde de yeteri miktarda kentlilik kültürü gelişmemiş.
Yıl 1968 benim üniversiteye giriş yılım öğrenci hareketlerinin de başladığı yıl. Sancılı yıllar ve idealist üniversite gençliği. Türk gençliği sağ sol diye kesin ve kalın çizgilerle iki kampa bölünüyor, düşman kardeşler oluşuyor, birbirlerini görmeye ve konuşmaya tahammülleri yok, hep sırt sırta. Yüz yüze geldikleri zamanlarda silahlar konuşuyor. Aileleri CHP'li olanlar genelde solda yer alıyor, Demokrat Parti geleneğinden gelenler sağ kulvarda yerini buluyor. Daha sonra sol gençlik F.K.F. , Dev-Genç ve sonraki süreçte de solun fraksiyonlarına bölünüyor ve onlar da birbirlerine adeta düşman oluyor. Temeline bakıldığı zamanda hepsi idealist, hepsi ülkesi için mücadele ettiğini söylüyor. Peki, bu gençleri parçalayan, birbirlerine düşman eden gizli eller kimlerdi? Geriye dönüp baktığım zaman Türkiye'nin bu günkü sıkıntısının sebebi olan, gençliğini iyi kullanamayan ve birbirine kırdıran, geri kalanını da çarçur eden o günün yöneticilerini affedemiyorum.
Sene 1970'lere geldiğinde, askeri darbe yapılıyor ve bizim 230 kişilik sınıfımızdan üç arkadaşımız içeri alınıyor. (Zeynel Abidin Fazlılar, Ayhan Dizlek, Celil Demircan) Bizim sınıftan değil ama ihtisas arkadaşım olan rahmetle andığım Tufan Pekin'de içeri alınıyor. Hocalarımızdan; Yavuz Aksu, Oğuz Aksu, Fen Fakültesinden Abdullah Kızılırmak Hoca içeri alınıyor. Ne kadar üzülmüştük. Düşünün ki; Anadolu'nun o koşullarında, beş sınıfın aynı odada ders gördüğü, kırık dökük ilkokullarda okuyup üniversite kapılarına gelmişlerdi. Doktor olacaklardı ama hayalleri bitmişti. Hiç unutmam, Celil'in babası oğlunun tutuklandığını duyunca Burdur'un, Bucak ilçesinin, Ürkütlü köyünün, Mahmutlar mezrasından omzuna aldığı heybesiyle İzmir'in yolunu tutar emniyetin kapısına dayanır, feryat eder “ oğlumu geri verin! Ben böyle göndermemiştim, oğlumu siz yaptınız ne olduysa!” İsyanlardadır, kolay değil elbet baba yüreği. Oğlu dört yıl sonra doktor olacaktı, toplumuna sağlık üretecekti…
Hayat devam ediyor süreç ilerliyor. Sene 1972, 4. sınıftayız ben, 1970'de sınıf arkadaşıyla evlenen ilk ve tek evli çiftiyim sınıfın. Klinik derslerimiz başladı. Yavaş yavaş klinikle ilgili vakalar görüyoruz, dersler alıyoruz. İlk ortopedi derslerini almaya başladığımız zaman karşılaştığımız şey insan iskeleti, alçılı ayaklar, traksiyonda yaralı hastalar hiç de hoşuma gitmemişti, yani ortopediye soğuk bakmıştım. Ancak ortopedi dersine genç, dinamik, ciddi, giyimi düzgün, tane tane ve yavaş yavaş konuşan bir hoca gelmişti Dr. Veli Lök. Kendimizi yalnız hissediyoruz benzeşeni bulmaya çalışıyoruz. Bu hocanın ismi bize benziyordu, adı da soyadı da, fizyonomisi de daha önceden gördük birine benziyordu. Ders anlatması da hoşuma gitmişti, etkilenmiştim. Belki de örnek alacağım kişiydi. Sene 1973, ilk klinik stajımız ortopedi oldu. 12 günlük stajdan sonra sınav oluyordu, iyi denebilecek bir not almıştım. İlk staj olmasının da etkisiyle belki ortopediye biraz daha ısınmıştım. Daha sonra diğer küçük stajlar ve sene 1974'e geliyor büyük stajlara başlıyoruz çocuk hastalıkları, cerrahi, kadın doğum, dâhiliye. İki büyük staj 1. sömestr, iki büyük staj 2.sömestr işleniyor. Bizimde 1974'ün sömestrinde yani Şubatın 28'inde bir kızımız dünyaya geliyor. ( o şimdi S.D.Ü. Biyokimyada Yrd. Doçent) bir taraftan çocuk büyütüyor, bir taraftan ders çalışıyoruz, yine de 230 kişilik sınıfımızda ilk mezun olan 51 kişiden ikisi biz oluyoruz.
Bu arada Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi 1956 yılında kurulmuş, Bornova'daki o görkemli hastane daha yapılmamış, biz stajlarımızı Konak Devlet Hastanesi, Alsancak Çocuk Hastanesi, Tepecik Devlet Hastanesi Pre klinik dersleri de (patoloji, farmakoloji v.b.) Bornova'da olmak üzere kentin içinde mekik dokuyoruz. 1973 yılında Bornova'daki o zamanın gözlüğüyle iki bin yataklı muhteşem hastane yapıldığında çok etkilenmiştik artık bütün dersleri Bornova'da görüyorduk.
1974 Haziran'ında mezun olduktan sonra, kimi arkadaşlarımız burslu olduğu için Anadolu'nun değişik yerlerine gittiler. Ben ihtisasa başlamak istiyordum ve ortopedide ihtisas yapma fikrimde netleşmeye başlamıştım. Bu kararımda şu anda Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi kalp cerrahisi bölüm başkanı Prof. Dr. İsa Durmaz'ın da etkisi olmuştur. Ancak kürsüdeki yetkililerin düşüncesi neydi? Gidip kürsü başkanıyla görüşmem gerekiyordu. O dönemin kürsü başkanı Prof dr. Merih Eroğlu idi. 1974 yılının Haziran ayıydı, hocadan randevu alarak kendisine gittim, okulumu bitirdiğimi ve ortopedi ihtisası yapmak istediğimi bildirdiğimde, kadrolarının olmadığını, alamayacaklarını söyledi. Heyecanım gitmişti, hatta içim kararmıştı. Hocanın odasından çıkıp koridorda ilerliyorum, karşıda Veli Hoca belirdi. Galiba bu benim şansımdı, mahcubiyet içerisinde tebessümle selam verdim, o da bana selam verdikten sonra okulu bitirip bitiremediğimi ne yapmak istediğimi sordu. Bitirdiğimi ortopedi ihtisası yapmak istediğimi, ancak Merih Hoca'dan menfi cevap aldığımı hayallerimin suya düştüğünü söyleyince “gel benimle derse gidiyorum birlikte girelim derse” dedi. Stajyerlere alçı sarma tekniğini veriyordu. Ben düşünüyorum kendi kendime, hoca beni nereden hatırlıyor acaba? Çok parlak bir öğrenci sayılmazdım, öğrenci hareketlerinde ön sırada değildim. 2 yıl önce ilk gördüğümde ona duyduğum yakınlığı ve frekansı acaba o da bana karşı almış mıydı? Belki de aynı kültürdeki insanların düşüncesinin yansımasıydı. Ben bunları düşünürken ders bitti. Öğrenciler gitti, biz baş başa kaldık, bana nasihat etti sonrada “bize 3 kadro gelecek, bunun birisi senin olabilir ama sen her gün kliniğe geleceksin, vizite katılacaksın, diğer hocalarınla da görüşeceksin burada çalıştığını onlarda görmeli” deyince dünyalar benim olmuştu. Bu belki de benim hayatıma yön veren geleceğimi şekillendiren ilk söz, ilk adımdı. İşte bu Veli Hoca idi.
Birlikte klinikte sekiz yıl çalıştık. Her günümüz anılarla dolu ama kimilerini anekdot olarak aşağıda vermek isterim.
Asistanlar dört aylık sürelerle rotasyonlar halinde hocalarla çalışır. Benim ilk rotasyonum Veli Hoca ile oldu. Asistan sayısı azdı.
Mesleğe yeni atılmıştım ilk defa hastalarla karşı kaşıya geliyordum. Polikliniğe giderken Veli Hoca bana her zamanki tarzıyla tane tane ve yavaş yavaş sözlerle polikliniğe gitmemi ve hastalara bakmamı, içinden çıkamayacağım vakaları sona bırakmamı poliklinik sonunda onları birlikte değerlendireceğimizi söylerdi. Yine bir gün polikliniğe gidip akşam üzeri saat dört gibi içinden çıkamadığım 4-5 vakayı bekletip hocaya telefon ettim, hoca geldiğinde hastaların tekrar anamnezini alırken bir hasta o kadar uzun anlattı ki; neredeyse sabah evinden çıkarken ayakkabısının bağını nasıl bağladığından tutunda hangi ayağını eşikten daha önce attığına varana kadar, uzun uzun anlatmaya başladı. Ben de yorgun ve dingin dinliyorum. Hastaya reçetesi yazılıp gittikten sonra “hocam tanıyı koymak için bunların hepsini dinlemeye ihtiyaç var mı?” diye sordum. Veli Hoca “bak Bekir; bizim verdiğimiz ilaçlar hastaya yüzde otuz etki eder, yüzde yetmişi hastanın bize inanması ve psikolojik olarak rahatlamasıdır” dedi. (hastaya verilen güven ve davranış.)
Ben de hayatım boyunca o söze uygun davranarak hastalarıma baktım. Hatta bir keresinde hastaneden özel muayenehaneme çok yorgun olarak gitmiştim. Hastam anlatmaya başladı, sözünü kesemedim ama uyumamak için kendimi zor tutuyordum ve sonunda uyuya kaldım bu unutamadığım bir anıdır. Demek ki hayatta böyle şeylerde oluyor.
Ameliyathanede birkaç defa birlikte ameliyat yaptıktan sonra kendisi hekim soyunma odasında, yeşil ameliyat elbisesini giyerek sadece hasta uyumadan önce ona görünüp, soyunma odasında kitap okurdu ama biz bilirdik ki sıkıştığımız an Veli Hoca bir adım ötemizde. (özgüvenimizin gelişmesi)
Baştan da bahsettiğim gibi üniversitemiz 20 yaşına daha yeni giriyordu ortopedideki yenilikleri de kliniğimize getirmemiz gerekiyordu. Total protez, artroskopi vs. Hastanemizde ilk total protez ameliyatı yapılacağı zaman, tüm ameliyat ekibi asistan ve hemşireler olmak üzere şema üzerinde birkaç kere tekrarladıktan sonra ameliyata girmiştik. Ameliyat üç buçuk saat sürmüştü ama ilerleyen süreçte ameliyat zamanını bir saate kadar indirmiştik. Veli Hoca ameliyatlarını güvenle, emin adımlarla, yavaş yavaş hata yapmadan bitirirdi. Ameliyatın bitiminde cilt ve cilt altının kapatılma sürecinde yine yavaş yavaş ve tane tane “artık hızlanabiliriz çocuklar” derdi. Bu aramızda espri konusu olmuştu. (yeniliğe açık bir hoca)
Yine kliniğimizde artroskopinin başlamasında öncü olmuştur. İlk defa Türkiye'ye yurt dışından bir artroskopist davet edilmiş,sene 1977 İsviçre'den Prof dr. Ericson gelmiştir. Ericson bize (ki o zaman tanısal artroskopi var cerrahi artroskopi tam anlamıyla gündemde değildi) konferans vermişti. Ben de o günün koşullarıyla evimdeki teypli radyoyu getirip konferansı kaydetmiştim. Daha sonra da Ericson'un yanına şu anda Buca Bozyaka Eğitim Hastanesinde klinik şefliği yapan Prof. Dr. Ahmet Sebik'i daha sonra şu anda Gaziantep'te Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Asım Güzelbey'in gitmesine katkı koymuştu. Yine aynı konuyla ilgili Almanya'da artroskopi kursu almak üzere Levent Kösten, Fikret Öztop ben ve birçok arkadaş ilk eğitimlerini alarak Türkiye'ye geldi. Şimdi artroskopinin geldiği noktaya bakınca sadece kliniğimizde değil, Türkiye'de bu konuyla ilgilenen arkadaşlara katkı koydu Veli Hoca. (Araştırmacı, uygulamacı, yaygınlaştırıcı yönü.)
İyi bir arşivcidir Veli Hoca. Bunu sadece hastanedeki hastalarda değil özel muayenehanesindeki hastalarında da yapar sonuçlarını bize sergilerdi.
Bu gün Akdeniz Üniversitesi Ortopedi Kliniğinden Prof. Dr. Ahmet Turan Aydın ondan aldığı bayrakla, Antalya'da uygulamalı Artroskopiyi yıllardır sürdürerek ülkenin dört bir yanına artroskopist yetiştirmeye devam etmektedir. Yine aynı heyecana devam olarak Prof. Dr. Aslan Bora'lar, Prof. Dr. Sait Ada'lar el cerrahisinde İzmir Kahramanlar'da kurdukları el cerrahisi hastanesinde Türkiye'de kendilerini kanıtlamışlar aldıkları bayrağı geleceğe taşımışlardır. Akademik kariyerlerini dışarıdan tamamladılar.
Bir taraftan bilimsel çalışmalar yaparken derneklerdeki, odalardaki çalışmalarımızda geri durmuyordu elbette. Başta Ege Üniversitesi Travmatoloji ve Rehabilitasyon Derneği içinde hocamızın başkanlığında yaptığımız onca çalışma…
Yavaş yavaş 80'lere geliyoruz, ortopedi kliniği fakülte içerisinde bilimsel gelişmelerin yanında toplumsal olaylarda da öne çıkıyor. 1976 yılında Emin Alıcı'nın (şu anda 9 Eylül Üniversitesi Rektörü, bir gün rektör olacağını o günlerde söylerdi, çok hırslıydı. Hırsı nedeniyle arkadaşlarını ezip geçmesi onun için olağandı. ) tıp fakültesi asistan temsilcisi olarak yönetim kuruluna girmesi, 1977 yılında benim asistan temsilcisi olarak fakülte yönetim kuruluna girmem Veli Hoca'nın üzerimizde şemsiye olarak bulunması ve bizim özgürce gelişebilmemizden kaynaklanır. 1978 yılında göz kliniğinden İrfan Asil'in 1979 yılında radyoloji kliniğinden rahmetle andığım Hasan Miri'nin aynı görevleri yapması Veli Hoca'nın bizde yarattığı özgüvenin ve kişiliğimizin oturmasında diğer bölümlere de yansımasıydı. Çünkü o hepimizin hocasıydı.
Peki, bu gelişmelerde Veli Hoca bizi karşısına alıp ders mi veriyordu. Pek öyle de denemez zamanı geldiğinde konuşur ama konuştuğu zaman sözleri beynimizde yer ederdi. Zannediyorum en önemlisi bize şemsiye olması, bizim kanatları altında olduğumuzu hissetmemiz ve özgürce hareket etme olanağı sağlamasından gelir. Tüm olayları düşündüğüm zaman sentezlediğim bu oluyor. Söylediği sözlerden bir tanesi şu “toplumsal olaylarda başarılı olmak istiyorsanız önce mesleğinizde en başarılı olmalısınız!” biz de bu inançla sarılıyorduk, özgürce gelişiyorduk. ( asistanlıkta her düşündüğünü söylemek o kadar kolay değildir.) Bunu en iyi açıklayan söz İsmail Çallı'nın sözüdür. (şu anda aynı kürsüde öğretim üyesi) Söz şöyle “asistanlığın en kötü döneminde asistanlık yaptım, hocalığın en kötü zamanında hocalık yapıyorum” bunun anlamı şuydu; Çallı asistanken hocası suratına dosya fırlatmış diye duymuştum. Doçentliğinde de biz asistandık ve her şeyi rahat konuşup tartışabiliyoruz, suratımıza dosyada fırlattırmıyoruz. İşte bunların temel nedeni, Veli Hoca'nın bize verdiği özgüven ve korumacılığı.
Bahsettiğim dönemlerde bizler hem işimizi çok iyi yapıyoruz, hem öğrencilere çok iyi örnek oluyoruz hem de toplumsal olaylardan geri kalmıyoruz. Akşam üzeri hastane işleri saat 17'de son bulduğu zaman hastaneden İzmir Tabip Odasına yolculuk başlıyor. Tabip Odamız İzmir Alsancak'ta evimize saat 20-21'den önce gelemiyoruz. Hani bir yazarın dediği gibi “koşar gibi çalışıp, çalışır gibi seviştik. Zaman zaman ailemizi çocuklarımızı ihmal ettik, kimi zaman unuttuk, inançla hırsla kararlılıkla toplumumuz için hep koştuk hep koştuk.” Unutmak deyince; yoğun koşturma içinde bir gün Veli Hoca'nın ablasını Bornova'da arabada unutup kendisinin Alsancak'taki Tabip Odasına gittiğini, ablasının akşamın geç saatlerine kadar Bornova Hastanesinin önünde arabada beklediğini hatırlarım. Benimde böyle bir anekdotum vardı o yıllara dair; kızım Duygu üç yaşında ve üniversite kreşine gidiyor. Annesi Nurhan hastaneden erken çıktı ve çocuğu akşam benim almamı söyledi, ancak ben saat 17'de hastaneden çıkıp Alsancak'taki Tabip Odasına gittim. Eve saat 20 sularında geldiğimde çocuk evdeydi ama nasıl eve gelmişti!
Tabip Odası yılları
Biz belki bize bu kadar sahip çıkan, kol kanat geren, örnek olan, bilgisini sonuna kadar sunan hocamızı hem birikimlerinden yararlanmak için hem belki de onore etmek için İzmir Tabip Odası Başkanlığına seçtik. Güzel şeyler yaptık. Geçmişte bir günde kutlanan 14 Mart'ları sağlık haftasına dönüştürdük. Hem ülkemiz sağlık sistemini tartıştık hem bilimsel tartışmalar yaptık. O dönemin İzmir Tabip Odası, Türk Tabipler Birliği içinde sözü dinlenen, zaman zaman da yön veren bir oda durumuna geldi. O dönemin Türk Tabipler Birliği Merkezi İstanbul'da, Başkanı Dr. Erdal Atabek ve Genel Sekreteri Dr. Şükrü Güner idi. Her ikisine de sağlıklar diliyorum, 30 yıldır ilişkilerimiz devam eder. O günlerden bende iz bırakan şeylerden birisi tabip odasında Veli Hocamızın kararlarına zaman zaman karşı oylama yaparak üzdüğümüz olmuştu, ama biz gençtik daha enerjiktik beklide her şeyin bir an önce olmasını istiyorduk fakat Veli Hoca yine de sakin dururdu. Bende için için hocama karşı durdum diye üzülürdüm. Yine o dönemlerde yâd etmek istediğim bir arkadaş İbrahim Kocabıyık, herkes evine gider ben aynı zamanda sağdıcım olan İbrahim Kocabıyık ile sabahlara kadar teksir makinesinde kol çevirirdik. Ellerimiz, yüzümüz simsiyah olurdu.
Sonra 80'li yıllara geliyoruz. Tekrar ülkede karışıklıklar, sıkıntılar, askeri darbe, tutuklanmalar öğrenciler ve öğretim üyeleri içinde daha da artıyor. Üniversiteden el çektirmeler yoğunlaşıyor. Bu arada Veli Hoca'da nasibini alıyor ve üniversiteden el çektiriliyor. Birçok arkadaşımız üniversiteden ayrılıyor. Bende memleketim olan Antalya'ya tayinimi yaptırmakla meşgulüm. Ayrılmadan önce Veli Hoca bana bir görev daha veriyor. Üniversiteden atılanlar içerisinde önceki dekanlarımızdan Pro.Dr.Yavuz Aksu'da var. Rahmetle andığım Yavuz Aksu'yu tabip odası başkanı yaparak öğrencileri olarak gönlünü almak istiyoruz ve üniversiteden atılan hocanın, hekimler tarafından sevildiğini ispat etmemiz gerekiyordu. Bu görevi kabul ederek üniversite hastanesinde, Tepecik hastanesinde, Buca hastanesinde her katta hekimler görevlendirerek elbette diğer arkadaşlarında katkılarıyla çalışmalarımızı sürdürdük. Gün seçim gününe geldi. Baktık ki karşı tarafta iyi örgütlenmiş ve karşımızda önceden tabip odalarına ilgi duymayan ve sonra Ege Üniversitesi ve 9 Eylül Üniversitesi Rektörü olan Ömer Yiğitbaşı'lar ile Sermet Akgün'ler çıkmıştı ama büyük bir farkla almıştık seçimi. Yavuz Hocayı tabip odası başkanı yapmıştık. Ben de artık tası tarağı toplayıp Antalya'ya geldim. İki yıl sonra tekrar tabip odası seçimleri yapılır ve seçimi karşı grup kazanır, bu durum karşısında Veli Hocamın sözü “keşke tabip odası seçimlerine Bekir'i çağırsaydık.”
1980 Askeri muhtırasından nasibini alan diğer arkadaşlardan da bahsetmekte yarar var.
Bunlardan birisi Dr. Kerim Çangır, 1.yıl asistanıydı. Tutuklandı bir yıl hapis yattı. Çıktığı zaman bir daha kliniğe dönemedi, şimdi memleketi olan Bodrum'da pratisyen hekim olarak çalışıyor. İlkokulu okuduğu köyünde bir ilköğretim okulu yaptırmış. Ne kadar güzel değil mi?
Bir diğeri Dr. Bülent Zeren, o da tutuklananlardandı. Şu anda İzmir Karşıyaka'da başarılı bir spor hekimi. Dr. Baki Satış mütevziydi, Akhisar'da başarılı bir hekim olarak mesleğini sürdürmektedir. Akhisar'a yerleştikten sonra Akhisar'ın tarihi ile ilgili kocaman bir de kitap yazmış. Dr. İbrahim Kocabıyık, sevgili eşi göz hastalıkları uzmanı, Tülay ile birlikte Salihli'de özel bir hastane kurdular. Yaşamlarını mutlu bir şekilde sürdürüyorlar. Dr. Ali Türköz Uşak'a yerleşti Uşaklıların sevgilisi oldu. Sanıyorum şu an Uşak Tabip Odası Başkanı.
Bahsettiklerimin hepsi Veli Hocalarından aldığı kıvılcımı meşaleye dönüştürerek toplumda yerini alıp, Anadolu'nun değişik yerlerinde örnek insan olarak yaşamlarına devam ediyorlar.
Veli Hoca inançlı ve inatçıydı. Üniversiteden atıldı ama sonuna kadar hukuk savaşını devam ettirdi, sonunda kazandı da. Kazandıktan sonra bir gün telefon ettim “hocam hayırlı olsun üniversiteye dönmekten mutlu musunuz?” dediğim zaman “ hukuk savaşını kazandığım için mutluyum ancak eski günleri aramamak mümkün değil, hayal kırıklıkları yaşıyorum” yanıtını aldım.
Bir başka anekdot anlatmak istiyorum: ben artık Antalya'dayım bir gün Veli Hoca beni aradı hal hatır sorduktan sonra; “Bekir yaşın kırkı geçti artık tahlillerini düzgün yaptırmalısın” dediğinde duygulandığımı hatırlarım. Bu sözü bana söyleyen bir babamıydı, arkadaş mıydı dost muydu, yoksa gerçek bir hocamıydı beklide hepsiydi…
Sene 1995 Antalya SSK hastanesi başhekimiyim. Erken seçim var. Öğrencisi CHP'den milletvekilliğine adaylığını koyuyor. Bunu duyan Veli Hoca arayıp başarılar diledikten sonra yapabileceği bir şey olup olmadığını sorar. Seçimden sonra da kazandığı zaman tekrar arar, kutlar ve “senin için CHP'ye oy verdim” der. (hocam TİP'li idi, CHP'ye ilk kez oy vermişti. o konjonktürde +1'in çok büyük önemi vardı, zaten CHP barajı zorlukla aşmıştı.) Birimiz Antalya'da, birimiz İzmir'de bu nasıl bir duyguydu?
Sonra öğrencisi 1999 yılında Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığına adaylığını koyar yine hocası Veli Lök telefon edip başarılar diler yapabileceği bir şey olup olmadığını büyük bir nezaketle sorar. Seçim kazanıldıktan sonrada kutlamak için arar. Tüm arkadaşlara şu haberi ulaştırır; “Bekir'e ve Osman' (Muğla'da belediye başkanlığı yapan diğer öğrencisi) başarılı olması için yardım edin.”
İşte böyle bir serüven koşturarak geçen ömürler dostluklar arkadaşlıklar.
Kimdi bu kişi; ağabey mi? Baba mı? Dost mu? Arkadaş mı? Yoksa gerçek bir hoca mı? Yoksa özene bezene yetiştirdiği, topluma hediye ettiği öğrencilerini sadece yetiştirip, saldım çayıra demeyip takip eden, katkısını devam ettiren bir üstat, bir hoca birazda Dede! İşte Veli Hocamın bende bıraktığı izler bunlar.
Sana uzun ömürler diliyorum sevgili hocam. Umarım bu satırları okuyan yeni yetişecek akademisyenlere, toplumbilimcilere sizin bize olan davranışlarınız rehber olur.
Sonsuz saygılar ve sağlıklar.
Dr. Bekir KUMBUL
2007/ANTALYA
Sevgili Kardaş*,
Sana, tam da yakışır şekilde, bir makale yerine “açık mektup” yazmayı tercih ettim. Çünkü ilişkimizi tarif etmem gerekirse, tanıştığımız andan itibaren aramızda kurulan, ülkelerimizin “başaşağı”, “eli tetikte” ilişkilerine ya da Başbakanlarımız arasındaki “en iyi dostum” ilişkisine hiç benzemeyen sıcak bir arkadaşlık olduğunu söylemek isterim.
Kopenhag'taki tanışmamızın üstünden yirmi yıl geçti. Kıt İngilizcemiz, bizi birbirimize yakınlaştırdı, çünkü bildiğimiz pek az kelimeyi anlam yükleyerek sarf ediyorduk. Birbirimizi anlıyorduk ve çeviriyle kafalarımız karışmamıştı. Sempatik kişiliğin ve bize özgü iletişim biçimin o kadar yardımcı oldu ki, dünyanın hangi köşesinde karşılaşırsak karşılaşalım kendimizi uzun zamandır birbirini görmeyen akrabalar kadar yakın ve mutlu hissettik.
Politik olarak çok yakındık. Ortak deneyimler, maceralar, kişisel trajediler ve tabi ülkelerimizin trajedileri kardeş gibi hissetmemizi sağladı. Her şeyden çok “ulusal işkence”miz, “falaka” bizi birbirimize yaklaştırdı. Falakanın uzun süre sonra bile teşhis edilebileceğini kanıtlamak için yürüttüğün bilimsel çalışmalar, Uluslararası Af Örgütü'nün Danimarka kolundan bir grup doktorun Yunanistan ve Şili'de falakanın sonuçları üzerine yaptıkları çalışmanın ürünü olan “Closed Compartement Sendromu” tanımıyla birlikte işkencenin kanıtlanmasında bir köşe taşı niteliği taşıyor.
Avrupa Parlamentosu ya da ABD Kongresi'nde uzmanların dinlendiği açık oturumlarda işkence mağdurları için bütçenin arttırılması yönündeki çabalarımıza senin teşhis metodun önemli katkı sağladı. Teşhis metodunun diğer bütün argümanların ötesinde bir ikna gücü vardı.
Makalelerimin ve uluslararası forumlardaki sunumlarımın tümünün baş kahramanı sensin. Orhan Pamuk'u ve politikacıları bir kenara bırakırsak, Yunan medyasında [Türkiye'den] en tanınan kişisin.
Bunun sana son açık mektubum olmadığını biliyorum. 85'inde ve 95'inde muhteşem dostluğumuzun en güzel hatıralarıyla geri döneceğim.
Maria
Maria Piniou-Kalli
Brüksel, 25/2/2007
İşkence Görenler Medikal Rehabilitasyon Merkezi (Yunanistan)
Medikal Müdür
* Orijinalindeki hitap bu şekildedir.
Arkadaşım Veli Lök ve “ O Sabah “
12 Eylül 1980 sabahı hastanedeki odamda huzursuz bir bekleyiş içinde iken kapı açıldı ve içeriye her zamanki güleç haliyle arkadaşım Veli Lök girdi. Gece yapılan askeri darbeyi “nasıl yorumlamamız” gerektiğini sordu. Kısa bir değerlendirme yaptık ve bu darbenin “Türkiyenin demokratikleşmesini, sosyal gelişmesini önlemeye yönelik, kapitalist birikimin önünü açacak” bir hareket olduğu konusunda benzer düşüncelere sahip olduğumuzu gördük.
Kişisel durumumuz belirsizdi. Demokratik sicilimiz (!) oldukca kabarıktı. Asistanlar Sendikasını, Tüm Öğretim Üyeleri Derneğini (TÜMÖD) beraber kurmuş birçok demokratik harekete katılmıştık. Ayrıca gece meydana gelen telefon olayı nedeniyle biraz tedirgindim. Akşam gecenin ileri bir saatında rahmetli Prof. Dr. Senay Öztop'un telefonu ile uyanmış ve darbeden haberdar olmuştum. Sevgili arkadaşım Senay ertesi gün hastaneye gidip gitmeyeceğimizi soruyordu. Bana soırmasının nedeni kürsü başkanı izinli olduğundan o günlerde kürsü başkanlığına vekalet etmemdi. Kendisine, sıkıyönetim tebliğlerini dinleyeceğimi ve ona göre nasıl davranmamız gerektiğini bildireceğimi söyleyerek telefonu kapattım. Sıkıyönetim tebliğleri arka arkaya devam ediyordu. Bir süre sonra doktorların görevlerine gidebilecekleri bildirildi ve ben Senay ve diğer arkadaşlara durumu bildirmek için telefon aletini kaldırdığımda büyük bir sessizlikle karşılaştım. Telefon çalışmıyordu. Karşı komşuya gittim (bütün apartman uyanık olduğundan kapıyı çalmakta bir sakınca görmedim). Oradan “telefon arızayı” aradım. Telefonumun neden çalışmadığını sorduğumda ; bölgemizde arıza olduğunu ve kısa bir süre sonra açılacağı yanıtını aldım. Daha sonra alt katta oturan bir akrabamın evine indim. Onun da telefonu çalışıyordu. Bütün apartmanda yalnız benim telefonum kesikti. Durum anlaşılmıştı. Ya evde arama yapılacak veya tutuklamaya geleceklerdi. Telefon kesmenin, arama veya tutuklama sırasında evdekilerin olayı tanıdıklarına, avukata veya basına bildirerek gürültü çıkarmalarını önlemek için yapılan eski bir polis yöntemi olduğunu biliyordum. Ayrıca Aziz Nesin'in yanılmıyorsam “Aziz Nesin Poliste” isimli kitabında, arama veya tutuklama öncesi bu telefon kesme olayını ayrıntılı olarak anlattığını hatırlamıştım. Hazırlıklı olmalı idim. Fakat ne yapabilirdim. Valiz vs. hazırlasam karım, çocuklarım şüphelenecek ve üzüleceklerdi. Bu nedenle endişelerimi onlara belli etmemeye çalıştım ve sabah hiç bir şey olmamış gibi hastaneye geldim.
Veli odama girdiğinde işte bu duygu ve düşünceler içinde idim. Askeri darbenin genel hedefi ve ülkemiz üzerindeki olası etkilerini tartıştıktan sonra Veli'ye geceki telefon olayını anlattım. Benzer olay kendisinde de olmuş. Bu olayı tartıştık ve yapılan darbenin ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel yapısında meydana getireceği olağanüstü değişikliklerin yanında bizleri de kişisel olarak çok derinden etkileyeceği sonucuna vardık. Bu tahminimizde yanılmadığımızı zaman bize gösterdi. Daha sonra öğrendiğimize göre Prof Dr Cumhur Ertekin ve rahmetli Prof Dr Abdullah Kızılırmak'ın telefonları da aynı gece kesilmiş. Bir süre daha neler yapmamız gerektiğini ve almayı düşündüğümüz önlemler konuştuktan sonra Veli odamdan ayrıldı. (Telefonlar 27 gün sonra aynı zamanda açıldı).
Veli Lök'ü 1947 Atatürk Lisesi yıllarından tam 60 senedenberi tanırım. Birçok yerde ve olayda beraber olduk. Arkadaşlığımız, dostluğumuz sayısız deneyden geçti. Geriye doğru baktığımda övünülecek birçok iş yanında birçok da hata yaptığımızı görüyorum.
Fakak Veli'nin yılgınlığa düştüğünü, neşesini kaybettiğini, bilimsel düşünceden ve inançlarından saptığını hiç görmedim. İyimserliğini ve insanlara olan güvenini hiç kaybetmemiştir. Kimseden şüphelenmez, herkese inanır. Kişilere karşı duyduğu bu aşırı güven zaman zaman kendisine hatta bazen arkadaşlarına zarar vermiştir. Bu özelliği nedeniyle birçok kişi ve gurup Veli'yi kendi amaçları doğrultusuda kullanmak istemişlerdir. Bu konularda kendisini birçok kez uyardım ve eleştirdim. Fakat doğrusunu söylemek gerekirse içimde bir şüphe var. Haklı olduğumdan tam emin değilim. Veli, belkide bütün gücünü, yaşanılan onca olaya karşın, bukadar saf ve temiz kalmasından alıyor olabilir.
Erol Mavi
14 Mart 2007, İzmir
Veli Lök
1990 yılında Ege Üniversitesi'ne geldiğimde Türkiye'de toplum, tarih ve politik hayat hakkında öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmeye çalıştım. İyi olduğu kadar kötü haberler de beni bekliyordu. Kötü haber, insan hakkı ihlallerinin beklediğimden daha ciddi boyutta oluşuydu. Ancak, her zaman sonuca ulaşamasalar da bu ihlallere karşı mücadele eden bir grup cesur insan, TİHV vardı ki, bu da iyi haberdi, sanırım.
Üniversite'de de aynı durum geçerliydi. Bilimsel yetkinlikleri dışındaki sebeplerle orada bulunan, uluslararası standartlarla uyuşmayan birçok profesör vardı. Cumhur Ertekin gibi, bir gazeteye üniversitenin mafya tarafından yönetildiğini yazan, dikkate değer istisnaların varlığı pek birşey değiştiremiyordu. Ama alın size iyi bir haber: Cumhur Ertekin gibi, 1980 cuntasının “politik temizliğinden” sonra fakülteye geri dönmüş bir profesör, Veli Lök, mağdurlarda işkence izlerinin tesbiti ve kaydedilmesi için sessizce ve sistemli olarak çalışmaktaydı. Bu konuya ilişkin bilimsel yayınları, bildiğim kadarıyla, tıp dünyasında eşsiz.
Veli ile ve TİHV İzmir Temsilciliği'ndeki çalışma arkadaşlarıyla dost olduğum için kendimi ayrıcalıklı sayıyorum. Polisin kötü muamelesi ve hapse atılmak onları zorlu uğraşlarından alıkoyamadı. Hollanda'ya dönüşümün ardından IFHHRO gözlemcisi olarak Türkiye'ye tekrar geldiğimde, onların mahkeme salonunda meydan okuyan, cesur tavırları beni bir kez daha etkiledi. Nihayet beraat etmeleri, bana birgün adaletin Türkiye'de hüküm süreceğini yönünde güven verdi.
İtiraf etmeliyim ki sık sık şöyle düşündüğüm oldu: “Kendi ülkemde, neyse ki böyle şeyler yaşanmıyor”. Şüphesiz Türkiye'deki durum, burada olduğundan çok daha kötüydü ve hala öyle. Ama insan doğası her yerde aynı. Hollanda hükümetinin mültecilere insanlık dışı muamelesi, uluslararası insan hakları örgütleri tarafından kınandı. Başta müslümanlar olmak üzere, yabancılara karşı duyulan öfke ve korku, hoşgörü geleneğine sahip ülkemizde politik destek kazanıyor.
Bugün düzelme işaretleri var, ancak kamuoyunun ne kadar kolay değişebildiğini görmek benim için hayret verici bir deneyimdi. Ve şüphesiz, hala katedilecek uzun bir yol var.
Veli Lök gibi insanlar sadece Türkiye'de değil, Türkiye dışında da teşvik edici figürlerdir.
Prof. Dr. Evert Dorhout Mees
Sağlık ve İnsan Hakları için Uluslararası Federasyonu (IFHHRO)
Veli Lök
Bana Türkiye'de en çok neyi sevdiğimi veya beni en çok neyin etkilediğini sorsalar, yanıtım “Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) İzmir Temsilciliği ” olur. Uluslararası Af Örgütü adına ya da kişisel olarak 15 yıldır Türkiye'ye gider gelirim. Pek çok yer, güzel manzaralar gördüm, içten bir konukseverlikle karşılaştım. İnsan hakları ve demokrasiyi savunan pek çok insanla tanıştım. Tüm bu yer ve insanlar içinde TİHV İzmir Temsilciliği, personeli ve gönüllüleri ile, beni en derinden etkileyeni oldu. Vakıf binasına girdikten ve çalışanlardan herhangi birisinin sıcak nezaketiyle karşılandıktan sonra, kişinin ilk hissedeceği şey, sıcak ve candan bir atmosfer olacaktır. Rahat mobilyalarla döşenmiş salonda, sevgiyle büyütülmüş yeşil süs bitkileri vardır. Şiddetli bir işkence ve kötü muamelenin ardından, tedavi görmek için gelen insanların, burada kalmak isteyeceklerini hissedersiniz. Bunun sebebi çalışanlar ve ilk sırada da Veli Lök'tür. Lök, 1990 yılında TİHV'i kuranlardan olup, açıldığı ilk günden beri de İzmir Temsilciliği görevini yürütmektedir.
TİHV için Veli Lök bir şanstır. Kendisi, ortopedi ve travmatoloji alanlarındaki uzmanlığıyla göze çarpan, donanımlı ve uluslararası camiada tanınmış bir hekimdir. Kendisini derinden etkileyen bir işkence vakasının ardından, bir hekim ve bir insan olarak hayatını işkenceye karşı mücadeleye adamıştır. İşkence mağdurlarına yardımcı olmayı ve sorumluların yargı önüne çıkarılmasını şiddetle arzular. Lök mesleki becerilerini işkencenin önlenmesi için kullanmış, yeni yöntemler geliştirmiştir. Bu konunun önemi gayet büyüktür. Çünkü Türk mahkemeleri, işkence şikayeti ile kendilerine başvurulduğunda, işkence izlerinin tıbbi kanıtlarının da kendilerine sunulmasını talep etmektedirler. Lök'ün geliştirdiği yöntemler, hiç iz bırakmadan yapılan ya da polis veya gizli servis tarafından uygulanan teknikler yüzünden çok zorlukla teşhis edilebilen işkence izlerini görünür kılmak için kullanıldı. Lök, elektrik şokunun ardından meydana gelen tendeki yanıkların işkence sonucu oluştuğunu kanıtlamayı başardı. Sonradan şiddetli dayağın kemikler üzerinde neden olduğu etkiler yoluyla kanıtlanmasına olanak sağlayan kemik sintigrafisini yöntemini geliştirdi. Bu yöntemler, işkencenin kanıtlanmasını mümkün kıldı ve aynı zamanda işkencecileri de harekete geçmeye zorladı: İşkence tekniklerini değiştirmek zorunda kaldılar. Örneğin, bu çalışmaların ardından İzmir'de “Falaka” hemen hemen hiç uygulanmaz oldu.
Veli Lök ve arkadaşlarının en önemli başarısı İstanbul Protokolü oldu. Altında 75 bilim adamı, 40 hekim örgütü ve Almanya'da aralarında olmak üzere 15 ülke imzasının bulunduğu Protokol, Birleşmiş Milletler tarafından da temel belge olarak kabul edilmiştir. Protokol, işkence mağdurlarının tıbbi bakımdan incelenmesinde alternatif yöntemlerin ele alındığı bir kılavuz olup, bu yöntemlerle elde edilen sonuçlar işkencecileri adalet önüne çıkarmak için önemli delil teşkil etmektedir.
Mesleki yetenekleri yanısıra, insanseverliği Veli Lök'ün kendine has bir özelliğidir. Onun insanlara duyduğu derin sevgiyi, eziyet çekenlere duyduğu içten sempatiyi ve hayatını insan haklarının gelişmesine, adaletin yerleşmesine adamış kişilere sunduğu dayanışmayı kolaylıkla hissedebilirsiniz.
Beni Veli Lök'e en fazla bağlayan şey, her ikimizin de “Manisalı gençlere” duyduğumuz ortak sorumluluktu. O dönemde Alman televizyonlarında sunulan raporlar beni Manisa'da ki gençlerin davasına duyarlı hale getirmişti. Olayda, yaşları 14-24 arasında değişen öğrenciler genç bir öğretmenle birlikte, 1995 yılının Aralık ayı sonlarında illegal sol bir örgüte karşı düzenlenen bir operasyonda gözaltına alınmış ve 7-10 gün arasında değişen sürelerde polis merkezinde tutulmuşlardır. Gençlerin ailelerine, çocuklarının tutulduğu yer hakkında bilgi verilmemişti ve bundan dolayı da büyük kaygı duyuyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki, polis karakollarında, özellikle de anti-terör birimlerinde işkence yaygın bir uygulamaydı. Bazı aileler sonunda gençlerin akibetini araştıracak olan bir parlamenteri, Sabri Ergül'ü durumdan haberdar ettiler.
Ergül, Manisa'da ki karakolları önceden haber vermeksizin ziyaret etti ve gözaltına alınan gençlerin nerede olduğunu sordu. Bir karakolda görüşme için beklediği esnada, odanın birinden gelen çığlıkları duydu. Kapıyı açınca gözleri bağlanmış, kimileri çırılçıplak soyulmuş gençlerle karşılaşan Sabri Ergül bu manzara karşısında derinden sarsıldı. Sonradan olayları bana aktarırken, ilk bir ayın sonunda geceleri çok az uyuyabildiğini ifade edecekti. Bu sırada, Ergül gözyaşlarını tutamıyordu.
Sabri Ergül, kamuoyuna Manisa'da gözaltına alınan gençlerin polis karakolunda işkence gördüğünü ilan etti. Ardından o güne dek işkence vakalarına üstünü örten bir tavır takınan Türk medyasında bir çığlık koptu. Bunun ardından gençlerin birkaçı serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlardan bazıları, işkence sırasında çektikleri eziyetleri anlatmaya cesaret ettiler. İşkence, gençlerin gözaltı müddetince götürüldükleri hastanelerde ki bazı hekimlerin raporlarıyla da kanıtlandı. Ardından, gençler avukatları aracılığıyla yetkili makamlara suç duyurusunda bulundular. Bu süreçte, hem gençlere karşı açılan davayı, hem de işkencecilerin yargılandığı davayı izlemek üzere, Uluslararası Af Örgütü tarafından birkaç kez Türkiye'ye gönderildim.
Bu sırada gençlerin avukatları, İnsan Hakları Derneği üyeleri ve Veli Lök'ün de aralarında bulunduğu TİHV üyeleri ile tanışma fırsatı buldum. Duruşmalar sırasında Veli Lök'le birlikte, duruşma salonunun yanındaki koridorda pek çok kez uzun süre bekledik. Mahkeme, polis karakollarıyla yapısal bakımdan yakın bir ilişki içerisindeydi. Bu sırada, pek çok polis suçlanan meslektaşlarını desteklemek üzere duruşma salonuna geldi. Biz de bu küçücük salonda güçlükle arka sıralarda yer bulabildik. Sanık polisler cezalandırılmayacaklarından emindi, Türkiye de ki hemen hemen tüm işkenceciler gibi.
Suçlanan polis memurları ifadelerinde, gözaltına alınmış olan gençlerle birlikte yalnızca çay içtiklerini, yaptıkları şeyin yalnızca onlara doğru yolu göstermek için nasihat etmek olduğunu söylediler. Polisler deneyimli avukatlara sahipti ve yargıçlar onları cezalandırmaya, işkencenin kanıtlanmış olmasına rağmen, hiç te istekli değillerdi. Yasal süreç, defalarca ertelemeye uğradı ve ağır ağır ilerleyerek yılları buldu. Buna rağmen gençleri destekleyenler, aileleri, avukatları, insan hakları örgütlerinin üyeleri ve bir kısım basın yayın organları yorulmayacak ve işin peşini bırakmayacaklardı. Bu davanın bir örnek oluşturduğunu ve kazanmanın önemini biliyorlardı.
Bu yıllar boyunca Veli Lök ve TİHV çalışanları ile ilişkim gitgide derinleşti. Onların işlerine bağlılıklarından ve bu bağlılığın ne kadar uzun sürebildiğini görerek hayli etkilendim. Serbest kalmalarının ardından gençler, tedavi olmak için TİHV'e geldiler. İzmir Tabip Odası'da gençleri muayene etti ve maruz kaldıkları kötü muamele ve işkenceleri tespit eden ayrıntılı bir alternatif rapor hazırladı. Gençlerin avukatlar tarafından bilgilendirilen Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), Manisa'ya bir heyet gönderdi. Bu heyet gençler ve aileleriyle görüştü. Sonunda tüm bu çabalar başarıyla sonuçlanacaktı. Manisa'da ki yerel mahkeme polisler hakkında iki kez beraat kararı vermesine rağmen Yargıtay, cezalandırılmalarını talep etti ve sonunda yerel mahkeme karara uydu. On polis memuru birçok kere işkence uyguladıkları gerekçesiyle, zaman aşımı süresinin dolmasına kısa bir süre kala ağır hapis cezasına çarptırıldılar.
TİHV İzmir Temsilciliği'nin çalışmaları bazı kesimleri tedirgin ediyordu. Bu yüzden vakfın çalışmalarını güçleştirmek için farklı uğraşlara giriştiler. Bir süre sonra TİHV'in gönüllülerinden jinekolog Zeki Uzun gözaltına alındı ve işkenceye uğradı. Uzun bir hafta sonra serbest bırakıldı fakat hakkında dava açıldı. Suçlamak için kullanılan deliller bir tanığın yalancı ifadeleriydi. Nitekim o da daha sonra ifadelerini geri aldı. Zeki Uzun sonunda beraat etti. İnsan Hakları Vakfı'na karşı açılan ve daha da yıpratıcı bir sürece yol açan bir başka dava daha vardı. Cezaevinde ölen bir mahkumun cenaze töreni sırasında, vakfın iki önemli çalışanı, psikiyatrist Alp Ayan ve temsilcilik sekreteri Günseli Kaya, yasadışı gösteriye katıldıkları iddiasıyla tutuklandılar. Alp Ayan, polisler tarafından feci şekilde dövüldü. Ardından, iki çalışma arkadaşı birkaç aylarını cezaevinde geçirdiler. Savcı birkaç yıla kadar mahkumiyetlerini istemişti. Aliağa'daki duruşmalarda gergin bir atmosfer vardı. Sonuçta her ikisi de serbest bırakıldılar, dava ise halen Yargıtay'da.
2001 yılı Ocak ayında Veli Lök Uluslararası Af Örgütü tarafından tarihi Berlin Belediye Binası'nda düzenlenen işkence karşıtı bir serginin açılışında bir konuşma yaptı. Ülkesindeki insan haklarının durumundan bahsettiği konuşmasında, dinleyicileri ve basın mensuplarını sözünü sakınmaz tutumuyla etkiledi. Konuşmasında, daha da hayran olunacak şekilde, işkenceye karşı mücadelesini de anlattı. Dinleyiciler çok geçmeden farkına vardılar ki, karşılarındaki adam en derin acıları çekmiş madurların yanında yer alıyordu, o tüm özel yeteneklerini insan haklarını yüceltmek için kullanan bir hekimdi. Lök'ün Almanya ziyareti sırasında Türkiye'de İzmir Şubesi de dahil olmak üzere İHD'nin bazı Şubeleri devlet tarafından kapatılmıştı (resmi gerekçe bir polis baskını sırasında İHD İzmir Şubesi'nde dernek üyesi olmayan 16 kişinin bulunmasıydı.) Bremen Belediye Başkanı Henning Scherf ile olan konuşmasında Lök, Türkiye'de insan hakları örgütlerine karşı uygulanan baskıdan söz etti. Belediye başkanı, uygulamadan sorumlu olan İzmir Vali'sine ve İçişleri Bakanı'na İHD İzmir Şubesi'nin kapatılmasını kınayan bir mektup yazdı. Sonuçta, diğer şehirlerdeki şubeler kapalı kalırken, İzmir Şubesi birkaç gün geçmeden çalışmalarına devam edecekti.
Veli Lök'ün insan haklarına olan bağlılığı, kişisel bir risk de taşımaktaydı. O ve TİHV, uzun yıllar boyunca baskılarla karşılaştı. TİHV çalışanları gözaltına alındı, hakarete uğradı, suçlandı ve tutuklandı. Lök'de suçlananlar arasındaydı ve sonradan ertelemeye çevrilen bir aylık hapis cezasıyla karşılaştı. Sebebi ise iki çalışma arkadaşının tutuklanmasına yönelik eleştirileriydi. Yine de asla yolundan dönmedi, bağlılığından bir şey yitirmedi.
İnsan hakları alanında, son yıllarda özellikle yasal alanda gözlemlenen gelişmeler, yalnızca kendi başına bile bu bağlılığın ne kadar değerli olduğunu göstermektedir. Yine de hala yapacak çok şey olduğundan bahsetmeden geçmeyelim.
Veli Lök'ü 75. yaşgününde tüm içtenliğimle ve yürekten kutluyorum. Şuna kesinlikle inanıyorum ki, Lök insan hakları alanında daha nice yıllar nice görevleri yerine getirecektir. Kendisi hepimiz için örnek alınacak bir kişidir.
Barbara Neppert
Ulusarararsı Af Örgütü Almanya Seksiyonu Türkiye Sorumlusu
Veli Lök
1990 yılında Ege Üniversitesi'ne geldiğimde Türkiye'de toplum, tarih ve politik hayat hakkında öğrenebildiğim kadar çok şey öğrenmeye çalıştım. İyi olduğu kadar kötü haberler de beni bekliyordu. Kötü haber, insan hakkı ihlallerinin beklediğimden daha ciddi boyutta oluşuydu. Ancak, her zaman sonuca ulaşamasalar da bu ihlallere karşı mücadele eden bir grup cesur insan, TİHV vardı ki, bu da iyi haberdi, sanırım.
Üniversite'de de aynı durum geçerliydi. Bilimsel yetkinlikleri dışındaki sebeplerle orada bulunan, uluslararası standartlarla uyuşmayan birçok profesör vardı. Cumhur Ertekin gibi, bir gazeteye üniversitenin mafya tarafından yönetildiğini yazan, dikkate değer istisnaların varlığı pek birşey değiştiremiyordu. Ama alın size iyi bir haber: Cumhur Ertekin gibi, 1980 cuntasının “politik temizliğinden” sonra fakülteye geri dönmüş bir profesör, Veli Lök, mağdurlarda işkence izlerinin tesbiti ve kaydedilmesi için sessizce ve sistemli olarak çalışmaktaydı. Bu konuya ilişkin bilimsel yayınları, bildiğim kadarıyla, tıp dünyasında eşsiz.
Veli ile ve TİHV İzmir Temsilciliği'ndeki çalışma arkadaşlarıyla dost olduğum için kendimi ayrıcalıklı sayıyorum. Polisin kötü muamelesi ve hapse atılmak onları zorlu uğraşlarından alıkoyamadı. Hollanda'ya dönüşümün ardından IFHHRO gözlemcisi olarak Türkiye'ye tekrar geldiğimde, onların mahkeme salonunda meydan okuyan, cesur tavırları beni bir kez daha etkiledi. Nihayet beraat etmeleri, bana birgün adaletin Türkiye'de hüküm süreceğini yönünde güven verdi.
İtiraf etmeliyim ki sık sık şöyle düşündüğüm oldu: “Kendi ülkemde, neyse ki böyle şeyler yaşanmıyor”. Şüphesiz Türkiye'deki durum, burada olduğundan çok daha kötüydü ve hala öyle. Ama insan doğası her yerde aynı. Hollanda hükümetinin mültecilere insanlık dışı muamelesi, uluslararası insan hakları örgütleri tarafından kınandı. Başta müslümanlar olmak üzere, yabancılara karşı duyulan öfke ve korku, hoşgörü geleneğine sahip ülkemizde politik destek kazanıyor.
Bugün düzelme işaretleri var, ancak kamuoyunun ne kadar kolay değişebildiğini görmek benim için hayret verici bir deneyimdi. Ve şüphesiz, hala katedilecek uzun bir yol var.
Veli Lök gibi insanlar sadece Türkiye'de değil, Türkiye dışında da teşvik edici figürlerdir.
Prof. Dr. Evert Dorhout Mees
Sağlık ve İnsan Hakları için Uluslararası Federasyonu (IFHHRO)
Veli Lök
Bana Türkiye'de en çok neyi sevdiğimi veya beni en çok neyin etkilediğini sorsalar, yanıtım “Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) İzmir Temsilciliği ” olur. Uluslararası Af Örgütü adına ya da kişisel olarak 15 yıldır Türkiye'ye gider gelirim. Pek çok yer, güzel manzaralar gördüm, içten bir konukseverlikle karşılaştım. İnsan hakları ve demokrasiyi savunan pek çok insanla tanıştım. Tüm bu yer ve insanlar içinde TİHV İzmir Temsilciliği, personeli ve gönüllüleri ile, beni en derinden etkileyeni oldu. Vakıf binasına girdikten ve çalışanlardan herhangi birisinin sıcak nezaketiyle karşılandıktan sonra, kişinin ilk hissedeceği şey, sıcak ve candan bir atmosfer olacaktır. Rahat mobilyalarla döşenmiş salonda, sevgiyle büyütülmüş yeşil süs bitkileri vardır. Şiddetli bir işkence ve kötü muamelenin ardından, tedavi görmek için gelen insanların, burada kalmak isteyeceklerini hissedersiniz. Bunun sebebi çalışanlar ve ilk sırada da Veli Lök'tür. Lök, 1990 yılında TİHV'i kuranlardan olup, açıldığı ilk günden beri de İzmir Temsilciliği görevini yürütmektedir.
TİHV için Veli Lök bir şanstır. Kendisi, ortopedi ve travmatoloji alanlarındaki uzmanlığıyla göze çarpan, donanımlı ve uluslararası camiada tanınmış bir hekimdir. Kendisini derinden etkileyen bir işkence vakasının ardından, bir hekim ve bir insan olarak hayatını işkenceye karşı mücadeleye adamıştır. İşkence mağdurlarına yardımcı olmayı ve sorumluların yargı önüne çıkarılmasını şiddetle arzular. Lök mesleki becerilerini işkencenin önlenmesi için kullanmış, yeni yöntemler geliştirmiştir. Bu konunun önemi gayet büyüktür. Çünkü Türk mahkemeleri, işkence şikayeti ile kendilerine başvurulduğunda, işkence izlerinin tıbbi kanıtlarının da kendilerine sunulmasını talep etmektedirler. Lök'ün geliştirdiği yöntemler, hiç iz bırakmadan yapılan ya da polis veya gizli servis tarafından uygulanan teknikler yüzünden çok zorlukla teşhis edilebilen işkence izlerini görünür kılmak için kullanıldı. Lök, elektrik şokunun ardından meydana gelen tendeki yanıkların işkence sonucu oluştuğunu kanıtlamayı başardı. Sonradan şiddetli dayağın kemikler üzerinde neden olduğu etkiler yoluyla kanıtlanmasına olanak sağlayan kemik sintigrafisini yöntemini geliştirdi. Bu yöntemler, işkencenin kanıtlanmasını mümkün kıldı ve aynı zamanda işkencecileri de harekete geçmeye zorladı: İşkence tekniklerini değiştirmek zorunda kaldılar. Örneğin, bu çalışmaların ardından İzmir'de “Falaka” hemen hemen hiç uygulanmaz oldu.
Veli Lök ve arkadaşlarının en önemli başarısı İstanbul Protokolü oldu. Altında 75 bilim adamı, 40 hekim örgütü ve Almanya'da aralarında olmak üzere 15 ülke imzasının bulunduğu Protokol, Birleşmiş Milletler tarafından da temel belge olarak kabul edilmiştir. Protokol, işkence mağdurlarının tıbbi bakımdan incelenmesinde alternatif yöntemlerin ele alındığı bir kılavuz olup, bu yöntemlerle elde edilen sonuçlar işkencecileri adalet önüne çıkarmak için önemli delil teşkil etmektedir.
Mesleki yetenekleri yanısıra, insanseverliği Veli Lök'ün kendine has bir özelliğidir. Onun insanlara duyduğu derin sevgiyi, eziyet çekenlere duyduğu içten sempatiyi ve hayatını insan haklarının gelişmesine, adaletin yerleşmesine adamış kişilere sunduğu dayanışmayı kolaylıkla hissedebilirsiniz.
Beni Veli Lök'e en fazla bağlayan şey, her ikimizin de “Manisalı gençlere” duyduğumuz ortak sorumluluktu. O dönemde Alman televizyonlarında sunulan raporlar beni Manisa'da ki gençlerin davasına duyarlı hale getirmişti. Olayda, yaşları 14-24 arasında değişen öğrenciler genç bir öğretmenle birlikte, 1995 yılının Aralık ayı sonlarında illegal sol bir örgüte karşı düzenlenen bir operasyonda gözaltına alınmış ve 7-10 gün arasında değişen sürelerde polis merkezinde tutulmuşlardır. Gençlerin ailelerine, çocuklarının tutulduğu yer hakkında bilgi verilmemişti ve bundan dolayı da büyük kaygı duyuyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki, polis karakollarında, özellikle de anti-terör birimlerinde işkence yaygın bir uygulamaydı. Bazı aileler sonunda gençlerin akibetini araştıracak olan bir parlamenteri, Sabri Ergül'ü durumdan haberdar ettiler.
Ergül, Manisa'da ki karakolları önceden haber vermeksizin ziyaret etti ve gözaltına alınan gençlerin nerede olduğunu sordu. Bir karakolda görüşme için beklediği esnada, odanın birinden gelen çığlıkları duydu. Kapıyı açınca gözleri bağlanmış, kimileri çırılçıplak soyulmuş gençlerle karşılaşan Sabri Ergül bu manzara karşısında derinden sarsıldı. Sonradan olayları bana aktarırken, ilk bir ayın sonunda geceleri çok az uyuyabildiğini ifade edecekti. Bu sırada, Ergül gözyaşlarını tutamıyordu.
Sabri Ergül, kamuoyuna Manisa'da gözaltına alınan gençlerin polis karakolunda işkence gördüğünü ilan etti. Ardından o güne dek işkence vakalarına üstünü örten bir tavır takınan Türk medyasında bir çığlık koptu. Bunun ardından gençlerin birkaçı serbest bırakıldı. Serbest bırakılanlardan bazıları, işkence sırasında çektikleri eziyetleri anlatmaya cesaret ettiler. İşkence, gençlerin gözaltı müddetince götürüldükleri hastanelerde ki bazı hekimlerin raporlarıyla da kanıtlandı. Ardından, gençler avukatları aracılığıyla yetkili makamlara suç duyurusunda bulundular. Bu süreçte, hem gençlere karşı açılan davayı, hem de işkencecilerin yargılandığı davayı izlemek üzere, Uluslararası Af Örgütü tarafından birkaç kez Türkiye'ye gönderildim.
Bu sırada gençlerin avukatları, İnsan Hakları Derneği üyeleri ve Veli Lök'ün de aralarında bulunduğu TİHV üyeleri ile tanışma fırsatı buldum. Duruşmalar sırasında Veli Lök'le birlikte, duruşma salonunun yanındaki koridorda pek çok kez uzun süre bekledik. Mahkeme, polis karakollarıyla yapısal bakımdan yakın bir ilişki içerisindeydi. Bu sırada, pek çok polis suçlanan meslektaşlarını desteklemek üzere duruşma salonuna geldi. Biz de bu küçücük salonda güçlükle arka sıralarda yer bulabildik. Sanık polisler cezalandırılmayacaklarından emindi, Türkiye de ki hemen hemen tüm işkenceciler gibi.
Suçlanan polis memurları ifadelerinde, gözaltına alınmış olan gençlerle birlikte yalnızca çay içtiklerini, yaptıkları şeyin yalnızca onlara doğru yolu göstermek için nasihat etmek olduğunu söylediler. Polisler deneyimli avukatlara sahipti ve yargıçlar onları cezalandırmaya, işkencenin kanıtlanmış olmasına rağmen, hiç te istekli değillerdi. Yasal süreç, defalarca ertelemeye uğradı ve ağır ağır ilerleyerek yılları buldu. Buna rağmen gençleri destekleyenler, aileleri, avukatları, insan hakları örgütlerinin üyeleri ve bir kısım basın yayın organları yorulmayacak ve işin peşini bırakmayacaklardı. Bu davanın bir örnek oluşturduğunu ve kazanmanın önemini biliyorlardı.
Bu yıllar boyunca Veli Lök ve TİHV çalışanları ile ilişkim gitgide derinleşti. Onların işlerine bağlılıklarından ve bu bağlılığın ne kadar uzun sürebildiğini görerek hayli etkilendim. Serbest kalmalarının ardından gençler, tedavi olmak için TİHV'e geldiler. İzmir Tabip Odası'da gençleri muayene etti ve maruz kaldıkları kötü muamele ve işkenceleri tespit eden ayrıntılı bir alternatif rapor hazırladı. Gençlerin avukatlar tarafından bilgilendirilen Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), Manisa'ya bir heyet gönderdi. Bu heyet gençler ve aileleriyle görüştü. Sonunda tüm bu çabalar başarıyla sonuçlanacaktı. Manisa'da ki yerel mahkeme polisler hakkında iki kez beraat kararı vermesine rağmen Yargıtay, cezalandırılmalarını talep etti ve sonunda yerel mahkeme karara uydu. On polis memuru birçok kere işkence uyguladıkları gerekçesiyle, zaman aşımı süresinin dolmasına kısa bir süre kala ağır hapis cezasına çarptırıldılar.
TİHV İzmir Temsilciliği'nin çalışmaları bazı kesimleri tedirgin ediyordu. Bu yüzden vakfın çalışmalarını güçleştirmek için farklı uğraşlara giriştiler. Bir süre sonra TİHV'in gönüllülerinden jinekolog Zeki Uzun gözaltına alındı ve işkenceye uğradı. Uzun bir hafta sonra serbest bırakıldı fakat hakkında dava açıldı. Suçlamak için kullanılan deliller bir tanığın yalancı ifadeleriydi. Nitekim o da daha sonra ifadelerini geri aldı. Zeki Uzun sonunda beraat etti. İnsan Hakları Vakfı'na karşı açılan ve daha da yıpratıcı bir sürece yol açan bir başka dava daha vardı. Cezaevinde ölen bir mahkumun cenaze töreni sırasında, vakfın iki önemli çalışanı, psikiyatrist Alp Ayan ve temsilcilik sekreteri Günseli Kaya, yasadışı gösteriye katıldıkları iddiasıyla tutuklandılar. Alp Ayan, polisler tarafından feci şekilde dövüldü. Ardından, iki çalışma arkadaşı birkaç aylarını cezaevinde geçirdiler. Savcı birkaç yıla kadar mahkumiyetlerini istemişti. Aliağa'daki duruşmalarda gergin bir atmosfer vardı. Sonuçta her ikisi de serbest bırakıldılar, dava ise halen Yargıtay'da.
2001 yılı Ocak ayında Veli Lök Uluslararası Af Örgütü tarafından tarihi Berlin Belediye Binası'nda düzenlenen işkence karşıtı bir serginin açılışında bir konuşma yaptı. Ülkesindeki insan haklarının durumundan bahsettiği konuşmasında, dinleyicileri ve basın mensuplarını sözünü sakınmaz tutumuyla etkiledi. Konuşmasında, daha da hayran olunacak şekilde, işkenceye karşı mücadelesini de anlattı. Dinleyiciler çok geçmeden farkına vardılar ki, karşılarındaki adam en derin acıları çekmiş madurların yanında yer alıyordu, o tüm özel yeteneklerini insan haklarını yüceltmek için kullanan bir hekimdi. Lök'ün Almanya ziyareti sırasında Türkiye'de İzmir Şubesi de dahil olmak üzere İHD'nin bazı Şubeleri devlet tarafından kapatılmıştı (resmi gerekçe bir polis baskını sırasında İHD İzmir Şubesi'nde dernek üyesi olmayan 16 kişinin bulunmasıydı.) Bremen Belediye Başkanı Henning Scherf ile olan konuşmasında Lök, Türkiye'de insan hakları örgütlerine karşı uygulanan baskıdan söz etti. Belediye başkanı, uygulamadan sorumlu olan İzmir Vali'sine ve İçişleri Bakanı'na İHD İzmir Şubesi'nin kapatılmasını kınayan bir mektup yazdı. Sonuçta, diğer şehirlerdeki şubeler kapalı kalırken, İzmir Şubesi birkaç gün geçmeden çalışmalarına devam edecekti.
Veli Lök'ün insan haklarına olan bağlılığı, kişisel bir risk de taşımaktaydı. O ve TİHV, uzun yıllar boyunca baskılarla karşılaştı. TİHV çalışanları gözaltına alındı, hakarete uğradı, suçlandı ve tutuklandı. Lök'de suçlananlar arasındaydı ve sonradan ertelemeye çevrilen bir aylık hapis cezasıyla karşılaştı. Sebebi ise iki çalışma arkadaşının tutuklanmasına yönelik eleştirileriydi. Yine de asla yolundan dönmedi, bağlılığından bir şey yitirmedi.
İnsan hakları alanında, son yıllarda özellikle yasal alanda gözlemlenen gelişmeler, yalnızca kendi başına bile bu bağlılığın ne kadar değerli olduğunu göstermektedir. Yine de hala yapacak çok şey olduğundan bahsetmeden geçmeyelim.
Veli Lök'ü 75. yaşgününde tüm içtenliğimle ve yürekten kutluyorum. Şuna kesinlikle inanıyorum ki, Lök insan hakları alanında daha nice yıllar nice görevleri yerine getirecektir. Kendisi hepimiz için örnek alınacak bir kişidir.
Barbara Neppert
Ulusarararsı Af Örgütü Almanya Seksiyonu Türkiye Sorumlusu
Sayın, Prof. Dr. Nurettin DEMİR,
Değerli dost,
Prof.Dr. Veli LÖK'ün 75. yılı nedeniyle arkadaşlarınızla birlikte ANMA Programı düzenleyeceğinizi telefonunuzla öğrendim. Bu girişiminize çok memnun oldum. Veli LÖK gibi değerli bir hocamıza karşı gösterdiğimiz, dostluk , vefakarlık, kadirbilirlik'ten dolayı tebrik ederim. Bu örnek hassasiyetiniz benim gibi çok insan tarafından takdirle karşılanacaktır.
Veli LÖK hocamızla ilk karşılaşmam 1976 yılında Diyarbakır'da oldu. Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi Yönetim Kurulu Tabipler Odasının davetlisi olarak Diyarbakır'a gelmişti. Merkez Konseyi Başkanı Sayın, Dr. Erdal ATABEK, Diş.Hek. Sayın Sevinç ÖZGÜNER, Dr. Veli LÖK ve diğer Yönetim Kurulu üyeleri bulunmaktaydı. Geldikleri günü akşamında Tıp Lokalinde yemekli bir sohbet toplantısı yapıldı. Sohbet koyulaştırıldı, yakında tanışma ve tanıma imkanı hasır oldu. Ertesi gün hastanelerde hekimlerle toplantılar düzenlendi, öğleden sonra şehir gezildi. Veli LÖK hocamızın boynunda çantası elinde fotoğraf makinesi vardı. Sık sık fotoğraf çekiyordu. Özellikle kentin yoksul mahallesi olan Benu Sen semtinde yoksulluk manzaralarından çok çok fotoğraf çekti. Ümit ederim ki bu fotoğraflar hocamızın arşivinde mevcuttur. Hocamızın bu davranışı daha çok ilgimi çekti, daha çok ilgilenme gereğini buldum. Sayın, Veli LÖK ile dostluğumuz böyle başladı. Tük Tabipler Birliği, İHD ve İHV gibi platformlarında bir çok defalar birlikte olma şansım oldu.
1990 yılında Aralık ayında İzmir Tabipler Odası İnsan Hakları etkinlikleri çerçevesinde “İNSAN HAKLARI PANELİ” düzenlenmişti. Bu panele beni de konuşmacı olarak davet etmişlerdi. Panel 10 Aralık akşamı Atatürk Kültür Merkezinde akşam saatlerinde yapıldı. Panel'in koordinatörü sayın Veli LÖK hocamızdı. Hocamız açılış konuşmasını yaptı. Panelistleri tanıştırdı, 9 konuşmacı vardı. “Son konuşmacımız Dr. Mahmut ORTAKAYA'dır gecenin geç saatinde sizi ancak ORTAKAYA dinletebilir.” diyerek beni panelin “ASSOLİSTİ” yaptı. İşimi zorlaştırmıştı, geç saatlere kürsüye geldim. Türkiye'deki insan hakları ihlallerimden örnekler verdim. Konuşmam biraz uzadı,
“Devlet sen benim adıma işkence yapamazsın”,
“Devlet sen faili meçhul cinayetler işleyemezsin”,
“Bu senin yaptıklarına katlanamam…”
Gibi sözlerle konuşmamı sürdürürken, bir soluma baktım ki sayın, hocam yanımda duruyor. Hayrola hocam dedim. Kibarca saati gösterdi “Hocam buraya kadar gelmene gerek yoktu. Emredin konuşmamı bitireyim dedim.” ve konuşmamı sonlandırdım. Sonradan öğrendim ki hocam telaşlanmış, ORTAKAYA daha ileri gider mi diye.
Hocamızla dostluğumuz devam ediyor. 1998 yılında hocam yargılanıyordu. Duruşmasında bulunmak üzere İzmir'e gittim. Daha sonra bu nedenle yapılan toplantılara katıldım.
Diyarbakır Tabipler Odası her yıl 14 Mart Tıp Bayramı ve sağlık haftasında “BARIŞ DOSTLUK DEMOKRASİ” ödülünü bu alanlarda örnek çalışmalar yapan kişilere vermektedir. 1999 yılında sayın Veli LÖK hocamızı bu ödüle aday gösterdim. Seçici Jüri sayın, Veli LÖK hocamızı o yılki ödüle layık gördü. Bu nedenle Diyarbakır'da düzenlenen toplantıda Evrensel İnsan Hakları - Demokrasi ve Barış konusunda hocamız güzel bir konuşma yaptı. Ve ödülü kendisine takdim edildi.
Veli LÖK, hekim olarak, bilim adamı olarak, düşünce adamı olarak örnek alınacak değerli bir dostumuzdur. Bizim insanımızın Veli LÖK gibi evrensel değerlere saygı gösteren dostlara ihtiyacı vardır.
Veli LÖK gibi memleketine, insanlığa hizmette bulunan kişilerin topluma tanıtılmasında sonsuz yararlar vardır. Gıpta edilecek bir kişiliktir.
İnsanlığın geldiği bu aşamada, bilgi çoğalmıştır, bilgiye ulaşmak kolaylaşmıştır. Nevar ki insanlık yeterince bu bilgiden yararlanamamaktadır. İşte Veli LÖK bu bilgilerin toplum yararına kullanılmasını gösteren örnek bir kişiliktir. Hürmetlerimle…
Dr. Mahmut ORTAKAYA
Pozitif Düşünen İnsan;
Sayın Prof. Veli Lök'ü, 1959-1960 döneminde, staj yaparken tanıdım. Mesleğini seven, sakin ve bildiğini paylaşan bir karakteri vardı.
Ortopedinin, pozitif bulguları olan bir bilim dalını anlatmaya çalışıyordu. Öğrenmek istemeyene ısrarlı olmaz, zararda vermezdi. Muhbirlik karakteri yoktu. Başka asistanlar ise, öğrenciyi ezme ve muhbirliği, kendisi için pozitif bir avantaj olarak değerlendiriyordu.
1961 Haziran dönemi mezun olduğumuzda sınıfımızdan Dr. Ertuğrul ORAL ve Dr. Mustafa ÖZEMRE kliniğimizin , fakültemizin ilk ortopedi travmatoloji ve çocuk cerrahi bilim dalı asistanları oldular. Dr. Mustafa ÖZEMRE çocuk cerrahi kısmının asistanı, Dr. Ertuğrul ORAL ise ortopedi ve travmatoloji kısmının asistanlığına başladılar. O yıllarda, bu üç bölüm kısımları tek bir uzmanlık dalı idi. İşte o dönemlerde, Sayın Prof Dr. Veli KÖK , Prof Dr. Orhan SÜREN ve Prof Dr . Mehmet TİNER artık kıdemli asistanlık süresini yaşıyorlardı.
Ben Yedek Subay ve Sağlık Bakanlığında görev yaptıktan sonra 1965 mayıs ayında ortopedi travmatoloji bilim dalında asistanlığa başladım. Sayın Dr.Ertuğrul ORAL uzman oldu ve ayrıldı . İstanbul mezunu Dr. Münip DİNÇ bir süre sonra uzman olup ayrıldı. Ben bu nedenle Dr. Veli KÖK ve Dr. Mehmet TİNER'le ağırlıklı olmak üzere çalışmaya başladım. Bana kendilerinden başka tıbbi konularda eğitecek, uyaracak başka kimse kalmamıştı, oldukça zor bir durumla karşı karşıya kalmıştım.
Durumu anlayan Sayın Dr. Veli KÖK sakin sakin düşmemem için uyarılarda bulunuyordu. Tıbbi konuları hasta üzerinde göstererek anlatırdı. Hem alçılı veya cerrahi müdahalelerde bıkmadan usanmadan dikkat edilmesi gereken prensipleri tekrarlardı. Hasta ve yakınları ile nasıl bir diyalog sağlanabileceğini gösterirdi. Travma veya ortopedik hastalıklarda aile ile bıkmadan konuşur, psikolojik sakinliği sağlardı. Zaman içinde uzman olunca yine diğer yeni gelmiş asistan arkadaşlara'da aynı prensip ve tedavileri öğretmeye çalışırdı. Hiç bir sorununu açıklamaz problemsiz bir kişilik sunumu gösterirdi.
1960-1970 yılları arasında, deneysel çalışma olanakları zordu. Sayın Dr. Veli LÖK doçentlik çalışmasında canlı kobay çalışmasını başaran bir ilk ortopedi uzmanımızdı. Normal çalışma saatleri dışında, kendi dinlenme saatlerinde öz veri ile kullanıp bu çalışmayı başarmıştı. O dönemde, nasıl büyük güçlüklerle karşılaştığını, yardımcı olmaya çalışan bir kişi olarak yaşadım.
Almanya'da çalışması sırasında gördüğü ortopedik tedavileri kliniğe döndüğünde uygulamaya başlamıştı. Birkaç uygulamadan sonra çalıştığı asistan arkadaşına'da yaptırdı.
Doçentlik Döneminde, klinik uygulama ve araştırmalara hız kazandırma
Çevresindeki asistan arkadaşlarına'da bu hıza zorluyordu. Klinikte çalışma düzeninde, adaleti ön planda tutmaya çalışıyordu.
Prof. Döneminde, bilimsel çalışma faydasını ve klinikte yeni öğretim üyelerine klinikte bilimsel özellik sağlama uğraşıları vermeye başladı. Buna bağlı sıkıntıları oldu yılmadı ve kendi sorunu gibi konuya sahip çıkıyordu.
12 Eylül 1980 ile 1989 yılları arası fakülteden ayrıldılar. Döndüğünde yine aynı arzu ile çalışmaya başladı. Diz sorunlarına ağırlık vermeye, yeni yöntemlere 30 yaşlarındaki genç hekim gibi talim ağırlıklı çalışıyordu.
Sayın Veli LÖK 'ün öğretim üyeliğini anlatmak çok zordur. Tek bir cümle ile özetlemeye çalışırsak; Sayın Prof. Dr . Veli LÖK, ömründe aklını duygularını önünde tutmuş bir insandı.
Prof. Hakkı ÖNEP
Veli Hocam
Nasıl anlatsam sizi. İlk olarak 1977 seçimleri propaganda konuşmaları sırasında TV'den görmüştüm sizi... Benim okulumdan solcu bir profesör Türkiye İşçi Partisi'nden aday olmuş, diye sevinmiştim biraz, ama benim desteklediğim sol partiden olmadığınız için de hafıf bir kıskançlığım olmuştu aslında... Sonra... Sonrası Ege Tıp'ta iken öğrenciniz olma şansını 12 Eylül cuntası nedeniyle yakalayamadım...
Ne zaman tanışmıştık? Tabii ki hatırlıyorum..Yıl muhtemelen 1988.
Ergun Atasu ve Muzaffer Erdost kanalıyla bulmuştum izinizi. İşkence kurbanlarının tedavisi konusunda nereden bilgi ve eğitim alabilirdim.. İşkence konusunda çalışmalarınız varmış.. Bu konuda Şahika Yüksel ya da sizden yardım alabileceğimi belirtmişlerdi.. Sonra ben sırayla ikinizle de bağlantı kurdum ve o sırada İzmir'de olan bir arkadaşımla birlikte (Yücel Arısoy) muayenehanenize gelmiş ve derdimizi anlatmıştık.
O içten karşılamanız, bizi çok ciddiye almanız, elinizdeki yayın kopyalarını vermekten, ileride olması muhtemel etkinliklere kadar birçok şeyi bizimle hemen paylaşıvermeniz bize ne çok güven vermişti...O olaydır benim TİHV İnsan Hakları okuluyla tanışmam. Okul diyorum, gerçekten daha sonra benim mesleki ve insani gelişmeme epey etki edecek, bana hem yol arkadaşı hem öğretmen olan epey kişi oldu TİHV'deki çalışmam süresinde. Sayı çok fazla olduğu için herkesin isimlerini yazmayacağım.Onların en azından bir kısmı zaten bu kitaba yazıları ile katkıda bulunacak.
Siz de bu okuldaki benim en sevdiğim öğretmenlerimden birisiniz. Sadece mesleki hakimiyetiniz, çalışkanlığınız ve disiplininiz değil beni etkileyen; her zaman dost kalmanız, major gerginliklerin içinde olmamanız, hep pozitif bir çıkış arayıp ona destek vermeniz unutulmaz. Çalışırken de bizimle olmanız eğlenirken de... Bir süre sonra öyle bir hal aldı ki aramızdaki öğretmenöğrenci ilişkisi.. bir çok kez iş hayatımın ya da özel hayatımın önemli olaylarını sizinle paylaşırken, nasihatlerinizi dinlerken buldum kendimi... Yol arkadaşlığının da ötesinde bir dostluk ilişkisi kurduk sonunda...
Vakıfta ilk çalışmaya başladığımda anne ve babama nerede çalışmaya başladığımı söylicem... Biliyorum genel kültürde insan hakları “netameli” konu, çekiniyorum biraz, yüzlerini buruştururlar diye... Hemen “TİHV'de çalışıyorum ve Prof.Veli Lök de İzmir Temsilcisi” diyiverdim... Anında onay gördü çalıştığım yer... Onlar gerçekten önceden sizi tanıyorlardı ve sizinle mesai arkadaşlığı yapıyor olmam, beni de hayatta en sevdiğim insanların gözünde önemli bir yere getirmişti.
Birlikte ne çok önemli işler yaptık... Hadi İstanbul Protokolu ile ilgili bir anı... Ağustos 1999. Birleşmiş Milletler'de İstanbul Protokolu toplantısı düzenleyeceğiz... 15 uluslarası katılımcıya biz Türkiyeliler Cenevre'de Carolin'in organizasyonu ile ev sahipliği yapıyoruz. Ayrıca BM'deki yaklaşık 50 kişinin katılacağı toplantının da herşeyi ile biz ilgileniyoruz.. Ama o kadar az paramız var ki..... Üçüncü sınıf da olsa otel tutacak ya da katılımcılara pizzacıda da olsa lokantada yemek ısmarlayacak kadar paramız yok. Ucuz olsun diye, pazardan sebze meyve alıp, evde hep bir arada yiyoruz. O sırada çoğu, tatile çıkanlar yüzünden boş olan, alternatif gruplara ait işgal evlerinde ranzalarda ya da yer yataklarında uyuyoruz. Binaya girip çıkarken, tatile gitmemiş binanın diğer oturanları, bu bürokrat çantalı, ceketli-kravatlı insanlara garipseyerek bakıyor...
Ve o, vakıf resmi toplantılarının ağır başlı, düzgün giyimli, takım elbiseli ve her zaman tertipli Veli Hocası sanki böyle ortamlarda daha önce çoook kalmış gibi gayet rahat ve yaptığı esprilerle hepimizi rahatlatıyor ve teşvik edici konuşmalar yapıyor. Birlikte sofra kurup-toplayıp, birlikte çalışıyoruz. Ve BM'de başarılı bir toplantıyı organize ediyoruz.
Sizinle birlikte eğlenmeyı şakalaşmayı da çok sevdik hocam... Her toplantı akşamında anlattığınız fıkralar, “etmicedin garii” ya da “allah sıhhat versin, para versin bir de neydi neydi neydi yaa” diye biten fikralar sonrası atılan kahkahalar hala çınlar kulaklarımda...
TİHV daha 3 merkez halinde iken( İzmir-İstanbul-Ankara) birlikte kurduğumuz ZOT teşkilatında (zihinsel özürlüler teşkilatı) ki bu teşkilata üye olmak için çok abuk bir unutkanlık yaşamış olmak şart idi. Ve epeyce unutkan üye toplamıştık bu örgüte... Ve siz elinizde doktor çantanız, üstünüzde takım elbise ve kravat, altta pijama pantolonuyla üniversiteye gitmek üzere taksiye binme öykünüzle başkanlığı yine almış, biz İstanbullulara ancak ikincilik kalmıştı.
Hiç ayrımcılık yapmadan ihtiyacı olan kaç oğrencinizin önünü açtınız . Kaç öğrencinin yurtdışında eğitim alması için aracılık ettiniz ... Kaç öğrenciniz sayenizde “adam“oldu..
Ben yukarıda yazdığım gibi Ege Tıp'ta öğrenciniz olamadım ama, o şansı yakalayan Ege Tıp'tan dönem arkadaşım Radyoloji Uzmanı Muzaffer Başak'tan dinlediğim çok öğretici bir öyküyü aktarayım
1980 yılı, siz daha 12 Eylül cuntası ve YÖK'ün hışmına uğrayıp 1402 sayılı yasa uyarınca görevinizden uzaklaştırılmamışsınız. İzmir'de sıkıyönetim var.
Muzaffer o yıl bir kaç kere masum öğrenci protestoları nedeniyle gözaltına alınmış ve epeyce uzun süre gözaltında tutulmuş. Sene sonunda Muzaffer esas itibarıyla bu gözaltı döneminde katılamadığı dersler nedeniyle -ki o dersler ancak bir sonraki sene, gözaltına alındığı aylardadır- bir sene dönem kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Neyse öykünün sonrasını Muzaffer'in bana gönderdiği bir mailde anlattığı biçimiyle, hiç değiştirmeden, kendisinden dinleyelim, hem de yayın kurulunun bu kitap için sınırladığı yazar sayısını delelim...
“1980 yaz aylarında üçüncü sınıf öğrencisiydim. Bildiğin gözaltı ve faaliyetler nedeniyle okula düzenli gitme olanağımız yoktu. Bir gün öğrenci işlerinden çağrıldığımı bir arkadaştan (Yusuf, şimdi İzmir'de Ortopedist) öğrenip gittim. Semiyoloji derslerine (Prodöpedi de deniyor) devamsızlığım olduğu için dördüncü sınıfa geçemeyeceğim, ancak o dersleri alırsam geçebileceğim söylendi. Sınavı olmadığı için haberim bile olmayan bu durumda Çocuk ve Ortopedi ABD'da alınan derslerin hocalarını dolaşarak ders falan görmeden imza alarak (zamanında niye gelmedin, aslında imzalamamam lazım, azarlamalarıyla birlikte) 'hallettik', ta ki Veli Hoca'nın odasına girene kadar.
Veli Hoca gayet sakin bir şekilde hangi dersi almadığımı sordu, yanlış hatırlamıyorsam 'kırıkların erken ve geç dönem komplikasyonları' idi.Konu ile ilgili slaytlarını çıkarttı. Öğleden sonra 14.00'de tıp fakülte hastanesinin anfisinde bulunmamı istedi. Beni iyi tanıdığını bildiğim hocama niçin okula gelemediğimi ima etmeme ve diğer hocaların böyle bir işlem yapmadan imza attığını belirtmeme rağmen; hoca nazik ve kararlı bir şekilde 14.00'de anfide bulunmamı istedi. Ve İzmir'in meşhur pastırma sıcaklarının olduğu Ağustos ayında tek başıma 60 dakikalık dersi aldım. Hoca slayt makinasının başına beni geçirdi. Hoca anlatıyor, ben hem dinliyor hem de değiştir komutuyla birlikte slaytları değiştiriyorum. Önder'ciğim dersin basit bir şekilde hoca anlattı-ben dinledim formatında geçmediğini de belirteyim. Slaytlarda röntgen filmlerindeki anatomik oluşumlar da dahil olmak üzere interaktif soru-cevap şeklinde bir 60 dakika geçti ki hiç sorma. Bir profesörün, zamanında derse devam sorumluluğunu yerine getirmeyen bir tıp fakültesi üçüncü sınıf öğrencisine, zamanında anlattığı dersi yüksünmeden bir kere daha aynı ciddiyetle anlatması... Bu olayın idrak edilebilmesi Veli Hoca'yı iyi tanımadan mümkün değil, diye düşünüyorum. Bilemediğim sorularda 'niye bilmiyorsun, dördüncü sınıfa geçiyorsun, bunları çoktan bilmen gerek, doktorluk çok önemli bir meslek, asla ihmale gelmez, kendinizi çok iyi yetiştirmeniz gerekir' eleştrileriyle, sonunda imzamı alabildim. Veli Hoca'nın yaptığı işi ne denli önemsediğini, 'sorumluluk sahibi ve ilkeli tavrıyla örnek bir bilim adamı nasıl olunur'u o gün anladım sanırım.
Bir eğitim ve araştırma hastanesinde 6 yıl şef yardımcısı, 6 yıldır da şef olarak asistan yetiştirirken, Hocamın o günkü davranışı her zaman kulaklarıma küpe olmuştur. İyi ki varsınız, nice mutlu ve sağlıklı ömürler dilerim”.
İşte böyle hocam... Sizi tanımış olmak bir sanş... Ben de onlardan biriyim.
Şu an ülkemden uzaklarda çalışıyorum ve bir çok yerde sizinle beraber çalışmış olmanın kıvancını yaşatıyorlar bana...
İyi ki varsınız Hocam, sağlıklı olun uzun yaşayın, o sıcacık kahkahalarınız hiç eksilmesin, umarım yüz yaşınız için hazırlanacak başka bir anı kitap için de yazı yazma şansı bulurum.
Önder Özkalıpçı
Cenevre-18-Mart-2007
ÖRNEK BİLİM İNSANI VELİ LÖK
Hepimizin yaşamında; geleceğimize yönelik hedefleri belirlememizde , bu hedeflere ulaşacak doğru yolları seçmemizde ve giderek kişiliğimizin şekillenmesinde etkin rol oynamış insanlar bulunur. Veli Ağabey (tanıştığımız günden beri kendisine hep “Veli ağabey” dediğim için yazı içerisinde zaman zaman bu alışkanlığımı sürdürmemi hoş görmenizi dilerim) de benim yaşamımı bir çok yönden etkilemiş bir bilgedir. Biraz aceleci, edilgen, bilimsel meraklarını sonuna kadar kovalayamayan, bir yerde maymun iştahlı ve dağınık zihinli bir kişilik yapısına sahip olan ama bunları pek bir kusur gibi algılamayan Fikri Öztop'un yaşamına girerek; sahip olduğu dingin fakat üstlendiği her türlü sorumluluğu sabırla, kararla ve inatla son noktasına kadar taşıma azmi ile yüklü kişilik özelliklerini, Veli'nin anlamlarına uygun biçimde, ona da aşılamıştır. Onun çok yönlü ve çok renkli kişiliği, sevenlerince değişik açılardan ele alınacaktır. Ben, özellikle yakından gözlemlemek ve örnek almak fırsatını bulduğum bilimsel kişiliği üzerinde durmak istiyorum.
Adını ilk duyuş, tanışma ve sonrası
Lise öğrenciliğim döneminde “tıp eğitimime yararı olur” düşüncesiyle yaz tatillerimde İzmir Devlet Hastanesi ( Şimdi Konak Doğum Evi) Biyokimya Laboratuarı'nda Dr Lütfü Özgüç (sonradan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde biyokimya öğretim üyesi ve kürsü başkanı olarak görev yaptı) ün yanında gönüllü olarak laborant gibi çalışırdım. Hastane içerisinde Ebe ve Hemşire Okulu vardı. Bu okulun öğrencileri staj için biyokimya laboratuarına da gelirlerdi. Fırsat buldukça yaptığımız sohbetlerde staj için gittikleri kliniklerde tanıdıkları hekimler hakkında değerlendirmeler yaparlardı. Bu konuşmalardan birinde bir son sınıf öğrencisi Behçet Uz Çocuk Hastanesi'ndeki stajı sırasında tanıdığı iki hekimin kendilerine belletilen ideal hekim tipi için mükemmel birer örnek olduklarını söyledi. Ortopedi ve Çocuk Cerrahisi Kliniği' nde ( o dönemde çocuk cerrahisi ortopedinin içinde yer alıyordu) asistan olarak çalışan ve ebe hemşire adayını mesleki yönden derinden etkileyen bu iki genç hekimin Dr Veli Lök ve Dr Orhan Süren olduklarını ve kendilerini mutlaka tanımam gerektiğini söyledi. Ben kendilerini arama fırsatı bulduğumda Dr Orhan Süren uzmanlık eğitimine Almanya'da devam etmek üzere klinikten ayrılmıştı. Veli Bey'e doktor olmak ama iyi bir doktor olmak istediğimi ve bana kendisinin iyi hekimin tüm niteliklerini taşıyan bir insan olduğunun söylendiğini, bu niteliklerin neler olduğunu anlatmasını ve yol göstermesini istedim. O her zamanki sakin duruşu ve yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesi ile bu heveskar genci karşısına oturtup hiç küçümsemeden, büyük bir ciddiyetle tıp etiği konusunda felsefi boyutlara ulaşan bir konuşma yaptı. O konuşmadan aklımda kalan temel ilke “ hekimliğin en önemli kuralının katıksız ve koşulsuz insan sevgisi” olduğudur. Veli ağabey, benim gözümde, o günden bu yana bu ilkeye ne denli bağlı olduğunu her davranış ve eylemi ile ortaya koymuştur ve koymaya da devam etmektedir.
Bu konuşmayı yaptığımız yılın sonbaharında yüreğimde iyi hekim olmanın temel ilkelerini taşıyarak tıp eğitimine başladım. Tıp eğitimim boyunca kendisi ile bir daha karşılaştığımızı hatırlamıyorum. Ortopedi stajımı yaparken sanırım kendisi yurt dışındaydı. Günlük tutma alışkanlığım olmadığı için kesin tarihler vermekten kaçınıyorum. Ancak bundan sonraki ilk birlikteliğimiz galiba patoloji asistanlığımın ikinci yılında (1968) üniversite çalışanlarının özlük haklarının iyileştirilmesi için kalkışılan toplu direniştir. Bu direniş sırasında ondan; yerine getirilmesi gereken görevler kadar hakların da dirençle kollanıp savunulması ve elde edilmesi gerektiği dersini almıştım. Bu kararlı direniş o zamanki üniversite ve hükümet katlarında ses getirmiş ve tüm üniversitelerin elemanları önemli özlük haklarına kavuşmuştu. Bu direnişin örgütleyicisi ve dinamosunun Tıp Fakültesi Ortopedi Kürsüsü Başasistanı Dr Veli Lök olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Onun, bilim adamlığı dışındaki özelliklerine değinmeyeceğim demiştim ama sözümde duramadım ve bende derin etkileri olan diğer yanlarına da bir nebze dokunmak zorunda kaldım.
Mültidisipliner çalışmaya gönülden bağlı hekim Uzmanlık eğitimim sırasında klinikler ile patoloji kürsüsü arasında fiziksel kopukluk vardı. Patoloji kürsüsü Bornova'da, klinikler ise Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na ait (Bakanlığın o zamanki adı böyleydi. Sosyal devlet ilkelerinden vazgeçilince sosyal yardım sözcükleri de bakanlığın adından siliniverdi) İzmir'deki dört hastaneye sığınmış durumdaydı. Çocuk Kliniği ile her hafta, 1. Dahiliye kliniği ile seyrek olarak yapılan klinik patolojik konferanslar (CPC) dışında klinisyenler ile hemen hemen hiç yüz yüze gelinmezdi. Tüm bilgi alış verişi klinisyenlerin doldurduğu tetkik istem belgeleri ile bizlerin yazdığı patoloji raporları üzerinden olurdu. Klinik öncesi birimler ve kliniklerin birçoğu ile doğrudan telefon görüşmesi bile yapılamazdı. Bornova ile İzmir arasında ulaşım üç belediye otobüsü ve tren ile yapılırdı. Hatırladığım kadarı ile Bornova'daki kürsülerin başkanlarından sadece Yavuz Aksu'nun özel otomobili vardı. Kliniklerdeki kürsü başkanları, öğretim üyeleri ve öğretim elemanlarından pek çoğunun da özel binek araçları yoktu. Bunca ayrıntıyı, bu olumsuz iletişim ve ulaşım koşullarına rağmen, Veli Lök'ün patoloji ile iletişim bağlarını sürdürmek için gösterdiği gayretin derecesini vurgulamak için anlatmak gereğini duydum. O, Tıp Fakültesinin kendi hastanesi açılıncaya kadar, birçok hekimin yaptığı gibi elini kolunu bağlayarak patoloji raporunun eline ulaşmasını beklemek yerine, telefon olanaklarını zorlayarak veya bazen ulaşım güçlüklerini göğüsleyip Bornova'ya kadar gelerek patolojiye gönderdiği her biyopsi veya ameliyat materyeli hakkında bir an önce bilgi almaya çalışır, öğrendiği patoloji tanıları hakkında daha geniş bilgi ister, yapmayı düşündüğü tedavi yöntemlerini anlatarak o lezyonun prognozu daha olumlu etkileme konusunda hangi yöntemi seçmesinin daha doğru olacağını enine boyuna tartışırdı. Yıllar sonra, sadece bizlerden aldığı bilgilerle yetinmediğini bu konulardaki bilgilerini - patoloji kürsüsünün o dönem için çok zengin sayılacak kitaplığında bile bulunmayan- ortopedik patoloji ilgili ileri uzmanlık alanlarına ait kitaplar edinerek zenginleştirmeye çalıştığını, kendisi emekli olduktan sonra bu kitapları bana hediye etmesi sayesinde öğrendim. Fakülte kendi hastanesine kavuştuktan sonra bu işbirliğinin kapsamı genişledi. Bu sayede, Ortopedi Kliniği'nde her hafta, sayın Dr Esin Emin Üstün'ün de katılımı ile klinikte yatan hastaların tümünün klinik ve radyolojik özellikleri ortak bir platformda ayrıntılı olarak tartışılmaya başlanmıştı. Uzman olduktan sonra (1969) hocam Dr Yavuz Aksu'nun yönlendirmesi ile ağırlıklı olarak iskelet sistemi patolojisi konusunda çalışmaya başlamıştım. Veli ağabey ise kemik tümörleri ile ilgileniyordu. Bu nedenle aramızda sıkı bir iş birliği başlamıştı. Benim de, yukarıda sözünü ettiğim toplantılara katılmam gerektiğini vurguladı. Böylelikle ben de o grubun bir üyesi oldum. Bu, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde, belki de ülkemizde, her hafta düzenli bir şekilde toplanan ilk mültidisipliner bilimsel tartışma topluluğuydu. Bu topluluk bugün, ülke çapında referans merkezi haline gelmiş olan fakültemizdeki İskelet Sistemi Tümörleri Konseyi'nin nüvesini oluşturdu. Konsey bu gün tümör cerrahisi ile uğraşan ortopedi uzmanları ve radyasyon onkolojisi uzmanları , erişkin ve çocuk medikal onkoloji uzmanları, radyoloji, patoloji, nükleer tıp uzmanlarının sürekli, omurga cerrahisi ile uğraşan nöroşirürji uzmanları, plastik cerrahi, çocuk cerrahisi ve genel cerrahi uzmanlarının zaman zaman katılımı ile her hafta düzenli olarak toplanmaktadır. Ege Bölgesindeki her türlü sağlık kuruluşundan ve ülkenin en uzak köşelerinden isteyen her hekim iskelet sistemi tümörlü hastalarının dosyalarını, hiçbir kısıtlama olmadan, konseye ulaştırıp konsültasyon hizmeti alabilmektedir. Son yıllarda konseyde her hafta ortalama 10 yeni kemik ve yumuşak doku tümörü , bir o kadar da daha önce konseyde tartışılmış olgu irdelenmektedir. Yukarıda da değindiğim gibi; bu çalışmalar ilk ivmeyi sayın Dr Veli Lök ve sayın Dr Merih Eroğlu'nun mesleklerine olan derin ilgi, sevgi ve saygılarından almıştır. Burada Veli ağabeyin mesleğine , meslektaşlarına ve uzmanlık alanlarına olan saygısını gösteren bir tutumuna değinmeden geçemeyeceğim. İskelet sistemi tümörlerinin cerrahisine uzun süre emek vermiş bir insandı. Dr Güven Yücetürk ABD'de iyi bir merkezde, evrensel üne sahip Dr Enneking'in yanında bu konuda eğitimini tamamlayıp genç bir uzman olarak kliniğine döndükten sonra Veli bey kendisinden çok genç olan meslektaşını bu konunun uzmanı olarak içtenlikle kabullendi, tümörlü hastalarını hemen ona yönlendirmeye başladı. Bana - bundan böyle kemik tümörler ile Güven ilgilenecek, kendisiyle iş birliği yapmanı ve yardımlarını esirgememeni dilerim- dedi ve hatırladığım kadarı ile ondan sonra hiçbir kemik tümörlü hastaya, cerrahların tabiri ile bıçak dokundurmadı. Güven'de kendisine gösterilen bu güvenin gereklerini adına layık biçimde yerine getirdi ve Veli beyden aldığı bayrağı çok ilerilere taşıyarak yukarıda sözünü ettiğim Konsey'in yaşama geçirilmesine öncülük etti, onu bu günlere taşıdı ve halen büyük bir titizlik ve çaba ile konseyde hizmet vermeye devam ediyor.
Titiz ve dürüst araştırmacı
Veli ağabeyden aldığım önemli bir miras da, bilimsel araştırma terbiyesidir. Doçentlik tezi için ( o zamanlar doçent olabilmek için adayların özgün bir çalışma yaparak bunu yazılı tez halinde sunmaları gerekirdi) seçtiği konu bizi bu kez çok sıkı bir iş birliği ile bir birimize kenetledi. İki yıla yakın bir süre, zaman zaman gece gündüz birlikte çalıştık. Deneysel bir çalışma ile lomber sempatektominin kırık iyileşmesine etkisini araştırmayı planlamıştı. Ancak o yıllarda üniversite her bakımdan kaynak fukarasıydı. Üniversitede deney hayvanları ve bunun için gerekli alt yapı yoktu. Konu özgün olduğu için eldeki mevcut klasik kitaplardan bilgi edinmek olanaksızdı. Konu ile ilgili olabilecek makaleler ise Kaf Dağı'nın ardındaydı. Konu taraması yapılabilecek tek kaynak fakülte kütüphanesinin abone olduğu Index Medicus idi. O da, abonelik için döviz sağlanabilirse gelir, döviz yoksa alınamazdı. Bu nedenle her sayısını bulmak mümkün değildi. Araştırma konusu ile ilgili olduğu düşünülen bir makale başlığına rastlanırsa , ki bunların da %99 unu kütüphanedeki dergilerde bulmaya olanak yoktu, yurt dışındaki büyük kütüphanelerden fotokopisini getirtmek gerekirdi. Kişisel olarak getirtmenize olanak yoktu. Çünkü döviz ödemeniz gerekirdi. Tek döviz kaynağı olan Merkez Bankası bu iş için size döviz satmazdı. Karaborsadan sağlasanız bu parayı yasal yollardan asla yurt dışına gönderemezdiniz. Tek yol fakülte kütüphanesinin size tanıdığı aylık 2-3 makale fotokopisi isteme hakkından yararlanmaktı. Kütüphane müdürünün gönlünü yaparak edindiğiniz birkaç matbu formu doldurup kendisine teslim ederdiniz. Müdür kendisine tanına aylık kontenjan doluncaya kadar bekler ve sonra bu formları toplu olarak genellikle ABD'nde ki bir merkeze adi posta ile postalardı. İstediğiniz fotokopi en iyi olasılık ile üç ay sonra elinize ulaşırdı. Sadece başlığına bakarak istediğiniz makalelerin bir kısmı kabak çıkar işinize yaramazdı. Bu defa işinize yarayan makalelerin kaynakçalarından yeni makaleler bulup aynı yolla yenilerini getirtmeye çalışırdınız. Veli bey deneysel çalışmaya başlamadan önce, kendisinin hayvanlarda sempatektomi yapma tekniğini ve sempatektominin kemik fizyolojisine etkilerini öğrenmesinin, benim ise kırık iyileşmesi ile ilgili her türlü bilgiyi edinmemin doğru olacağını düşündü. Bir yıldan daha uzun bir süre çabalayarak 200 den fazla makale fotokopisi toparladı. Bunların büyük bir kısmının kütüphane müdüründen hülle yolu ile çalışmanın dışındaki meslektaşların kontenjanları ile kopartıldığını, bir kısmını da Veli beyin yurt dışındaki meslektaşları aracılığı ile sağladığını hatırlıyorum. Biz yeterli sayıda kaynağa ulaşıp belirli düzeyde bilgi sahibi olduktan sonra deneysel çalışmayı başlatmaya karar verdik. Denek olarak köpek kullanmayı kararlaştırmıştık. Veli bey ön çalışma için birkaç sokak köpeği edindi. Bunları nasıl edindiğini nerede, nasıl baktığını, kırık ve sempatektomiyi nasıl yaptığını hatırlamıyorum. Ancak günün birinde kocaman kalluslu köpek bacaklarını değerlendirmem için getirip önüme bıraktı. Kırık iyileşmesinin derecesini sağlıklı ve güvenilir bir şekilde değerlendirmek için morfometrik yöntem kullanmak gerektiğini öğrenmiştim. Bunun için ise kallusun bütün olarak histolojik kesit haline getirilmesi gerekiyordu. Kallus değişik sertliklerde dokulardan oluşan heterojen bir yapıya sahipti.
İstenilen incelikte düzgün kesit almak güçtü. Ayrıca alınan kesitlerin boyutları bizim lamlarımızın boyutlarından 2-3 kat büyüktü. Kesit ile ilgili teknik sorunları hallettik. Pencere camlarından istediğimiz boyutlarda standart dışı lam ve lamel hazırlattık. Ancak bu büyük kesitleri elimizdeki mikroskoplara yerleştirip sağlıklı morfometrik ölçüm yapmak mümkün olmadı. Zaten ben de bu arada kırık iyileşmesinin yaş, hayvan türü, cinsiyet , beslenme, hormonal durum, fizik aktivite, kemik cinsi, kemiğin anatomik bölgeleri v.b. özelliklere bağlı olarak değişiklikler gösterdiğini öğrenmiştim. Sokaktan yakalanan köpeklerden homojen bir deney grubu elde etmeye olanak yoktu. Veli bey köpek anatomisini, onların sempatik sinir sistemini ve bu hayvanlar için sempatektomi tekniğini öğrenip geliştirmişti. İrilik bakımından köpeğe yakın olabilir diye tavşan kullanmayı düşündük fakat istediğimiz nitelikte ve sayıda tavşan bulamayacağımızı, bulsak bile bakımlarını sağlayamayacağımızı anladık. Patoloji kürsüsünün kendi bünyesinde kurduğu deney hayvanları ünitesinde sınırlı sayıda inbred beyaz sıçan vardı. Bunları çoğaltmaya ve aynı yaştaki erkek sıçanları kullanmaya karar verdik. Ancak hayvanlar sadece tahılla besleniyordu. O zaman İzmir'de bulunan tek ve küçük bir tavuk yemi fabrikasını standart sıçan yemi de üretmeye ikna ettik. Hayvanlar için uygun kafesler ve mekan sağladık. Bu arada Veli ağabey yeniden malum dolambaçlı yollardan giderek sıçanların anatomisi , sempatik sistemi ve cerrahi teknik konusunda yeni kaynaklara ulaştı. Uzunca bir aradan sonra her şey yoluna girdi ve deneysel çalışmaya başlandı. Ancak deney süresince sıçanların bakımı, beslenmesi kafes ve mekanlarının temizlenmesi bazen bizlere düşüyordu. Bütün çabalarımıza rağmen kallusun kompozisyonundaki farklı dokuların mikroskoptan doğrudan ölçümünü (histomorfometri) yapacak bir düzenek bulamadık. Ben patoloji pratik derslerinde öğrencilere patolojik kesitleri yansıttığımız kömür arklı kocaman mikroskoptan yararlanarak duvara yapıştırdığım büyük ambalaj kağıtlarına kallusun tamamını yansıtıp farklı doku alanlarının sınırlarını çizip her doku alanını farklı renklerde boyamaya başladım. Alanların yüzölçümleri ile kantitatif sonuca ulaşacağımızı düşünüyordum. Ancak bu alanlar kenarları düzensiz geometrik şekiller halindeydi ve biz bir türlü bu alanların yüz ölçümlerini hesaplayacak bir matematik formülü bulamıyorduk. Bütün ümidimi kaybetmiştim ve çok karamsardım. Her şeyin boşa gittiğini, yeni baştan bir şeyler yapmak gerektiğini düşünüyordum. Veli ağabey her zamanki sakin hali ile beni teselli edip mutlaka bir yol bulacağımızı söylüyordu. Uzun arayışlardan sonra bir gün son derece mutlu bir halde çıka geldi. Elinde o güne kadar hiç görmediğim irice, pergele benzeyen iki bacaklı metal bir alet vardı ve hiç durmadan gülümseyerek “büyük konfor, büyük konfor, büyük konfor” deyip duruyordu. Aletin adı planimetre imiş. Mühendislik Fakültesi'nde bulmuş. Harita veya jeoloji mühendisleri bu aleti düzensiz yer şekillerinin alanlarını ölçmek için kullanıyorlarmış. Veli ağabey bu konforlu alet ile fevkalade konforsuz koşullarda, cehennemi yaz sıcağında, iki aya yakın bir sürede , iki büklüm eğilmiş bir halde, kan ter içerisinde aletin bir bacağını binlerce küçük alanın kenarları üzerinde yürüterek yüzölçümlerini hesapladı ve engebelerle dolu çalışmasını tamamladı. Bu süreçte ben de büyük bir ustadan bilimsel bir araştırmanın nasıl kurgulanacağı, kaynakların nasıl sağlanıp değerlendirileceği, dirençli, sabırlı ve dürüst olmanın bir bilim adamı için en büyük erdem olduğu konusunda paha biçilmez dersler edinmiş oldum. Hemen onun ardından başladığım kendi doçentlik çalışmamda katettiğim yol, zaman açısından, onunkine benzer uzunluktaydı, fakat edindiğim deneyim sayesinde onunki kadar engebeli ve yorucu olmadı.
Yılmak bilmeyen hümanist aydın
"İsanları sev” ilkesine ne denli içtenlikle bağlı olduğunu ve bunu bir yaşam felsefesi olarak benimsediğini, onu tanıyan herkes bir an bile duraksamadan kabullenir. 1980 faşizminin gadrine uğrayarak üniversiteden uzaklaştırıldıktan sonra, ayni akıbete uğrayan öğretim üyelerinden önemli bir bölümünün yaptığı gibi, insanlara küsüp topluma sırt çevirmemiştir. Tersine gaddar askeri yönetimin bütün dayatma ve korkutmalarına rağmen ilkelerinden asla geri adım atmamış, dimdik karşılarına dikilerek hekimlik mesleğinde sınırsız ve koşulsuz olarak dağıttığı insan sevgisini, insan hakları nı savunma zemininde tüm topluma ulaştırmak için kolları sıvamıştır. Görülmemiş boyutlara ulaşarak toplum üzerine karabasan gibi çöken işkenceye karşı açtığı savaşta ve işkence kurbanlarına yardım konusunda da, hiçbir gücün yok edemediği ve edemeyeceği bilim ve akıl yolundan giderek karşısındakilere boyun eğdirmiştir. Bu konuda verdiği mücadelenin boyutlarını ve ayrıntılarını aktaran başka dostları olacaktır. İşkence ile mücadele konusuna benim de bir tutam tuz katmamı istediğinden, elektrik işkencesinin fiziksel etkilerinin morfolojik kanıtlarını araştıran bir çalışmayı birlikte yürüttük. Elde ettiğimiz sonuçların yargı nezdinde kabul görmesi hayli caydırıcı oldu ve bu sayede , en azından kendi bölgemizde, işkencecilerin bu yöntemi kullanmalarını önemli ölçüde engelledik.
Ne mutlu bana ki; yaşamımda Veli ağabey gibi veli bir ağabeyim oldu.
Fikri ÖZTOP
5 Nisan 2007, Mavişehir
GERÇEK BİR ÖYKÜ; İNSAN HAKLARI ÜSTÜNE
O gün bir gün önceye göre daha sakin ve daha kararlı uyanmıştım. Dün kafamda tartıştığım hemen, hemen bütün sorulara cevap bulmuş, hocam olarak ona saygısızlık yapmadan hesap sormanın yollarını keşfetmenin rahatlığı ile yataktan kalkmıştım.
Evet,ona hesap soracaktım. Böylece hem kendime örnek aldığım bu insanın kafamın bir köşesinde yurttaş Kane gibi kalmasına müsaade etmeyecek, hem de benim Atinalı Timon kompleksimden çıkmama neden olacaktım.
Şanlıurfa'dan döndüğüm dört günden buyana Diyarbakır ve Şanlıurfa'da yaşadıklarım aklımdan çıkmıyordu. Geldiğimden bu yana sayın hocamla yapacağım konuşmaları yüksek sesle tekrar ederek ezberliyor konuşacağım lafların havada kalmasına, kaybolup gitmemesine çabalıyordum.
En önemli kararım bu yaşadığım olayı kimseyle paylaşmadan önce hocamla konuşmaktı Bu onunla benim aramda bir iç hesaplaşma olmalıydı. ......
Sabahtan evden çıkma hazırlıkları sırasında İnsan hakları üzerine onunla daha önceki tartışmalarımız kulaklarımda bu günkü gibi çınlıyordu
“Türkiye'yi her dilden her ırktan insanların birbirini rahatsız etmeden dolaştığı Babil Kulesi yapmalıyız İrfan,buna Anadolu'yu demek daha doğru aslında ”....
Bu nasıl olacaktı,usta bir dansçı dansetmesini bilmeyen biri ile nasıl dans ederdi benim aklım almıyordu. yada usta dansçı hep eğitmen olarak mı kalacaktı.
”Anadolu Babil kulesi gibi olmalı, çıkış yolumuz budur”
demek kolaydı Babil'in neresi olduğunu bilmeyen bu insanlarla bu iş...,halka karşı devrim gibi...eski bir yanlışı çağrıştırıyordu.
Yüzümü yıkarken, giyinirken havalandırmak için odaya güneyden penceresinden giren ılık rüzgar dört günden buyana yaşadığım sıkıntılardan galip çıkmama telaşla yardımcı oluyor, beni rahatlatmaya çalışıyordu.
Tıraş olurken çok ilgilendiğinden emin olmamamla birlikte geldiğimden buyana belki onuncu kez hararetle eşime ninemin hastalığı nedeniyle Şanlıurfa'da ve Diyarbakır'da yaşadıklarımı anlatıyordum.
,,,,,,,,adamın odasına Diyarbakır Üniversitesinin cerrahi bölümde doçent arkadaşımla girmiştim. Kliniğin kütüphanesi izlenimi veren geniş,uzun bir masanın bulunduğu geniş odanın sol köşesinde ayakta bir hanımla konuşuyordu.Biz içeri girince ikisi de refleks olarak yüzlerini kapıya döndüler. Ben ninemi ameliyat etmeyen veya etmekte geciktiren, doktor tabiri ile hastayı boşlayan,hastanın sorumlu asistanına “O kadın MHP'li, kafatasçı birinin nenesiymiş boş ver” diyen bu adamı tanımıyordum,ama yanında sohbet ettiği hanımı hemen tanımış ve bir korku bir endişe duymuştum. Bu hanım o sıralarda daha çok medyatik olmamış bölücülük nedeniyle hapisteki eski Diyarbakır belediye başkanının eşiydi. Ne konuştuklarını bilemezdik ama davranışlarından iyi ahbap oldukları belliydi.
Doktor Bana doğru dönerek ,
“bugün çivi bulursak nenenizi ameliyat edeceğiz ninenizi, ancak çivi 14500 lira” dedi.Ben de her hasta sahibinin yaptığı gibi ”aman doktor bey ne gerekiyorsa yapın gibilerinden laflar söylerken, “doktor bey” hitabının ona yetmediğini hocam denilmesi daha hoşuna gideceği hissine kapıldım ve daha sonra hitap etmek zorunda kaldığım zamanlarda da hep özellikle doktor diye hitap etmeme rağmen o kısacık münasebetimizde ona doktorluğun ne demek olduğunu öğretemeyeceğimi biliyordum.
Emin değilim ama, o sıralarda Yeni doçent olmuştu. Doçent olmak için çok uğraşmış, çok çaba sarf etmiş olduğu ,bilmem kaçıncı defa sınavdan döndüğü söyleniyordu. Bu bilgileri o sırada aynı çabaları gösteren yakın bir arkadaşımdan almıştım.
Sonunda benim sevgili hocamım bu kıymetli zatın elinden tutmuş onu doktor öğretim üyesi yapmış olduğunu öğrenmiştim.
Yüzüme yılarken kafamdaki fikirleri tartışırken konuşacaklarımı onun karşısında unuturum kuşkusu silinmişti zihnim kurumuş, alacağı şeklini almış ters dönmüş fal okumaya hazır bir kahve fincanı gibiydim..
Kahvaltı masasına otururken eşim bugün daha iyisin desin diye gözünün içine, içine bakıyordum ama hiçbir tepki almıyordum. O zaten sevemediği ailemle ilgili olayları hep abarttığımı düşünür ve bu nedenlerle ailemizin mutsuz olmasını ona yapılmış bir haksızlık sayardı. hep. Belki de bu nedenle dün akşam,bu sabah kendisiyle tartıştığım bu konuyu tamamen unuttuğuna şaşırmamalıydım.
ÖNEM ÖNCELİK MESELESİYDİ BU.
Hocamın insan hakları konusundaki özlü söyledikleri aklımda beliriyordu
”İnsan haklarını kavramak bu hakların gerçek hak olduğuna inanmak azınlıkta insanların kavrayacağı bir şeydir.İşte biz bu azınlıktanız.Bu mutlu azınlıktan olmak elbette ki bize bir sorumluluk yükler” demişti
Hastaneye gider gitmez zaman kazanmak için birinci kattaki Ortopedi kliniğine merdivenleri kullanarak hızla çıktım ve hemen hocanın odasına yöneldim. İçimden bir taraftan, inşallah ameliyata girmeden yetişirim bir an evvel bu işi bağlarım huzura varırım diye dua ediyor,bir taraftan da heyecanıma dayanabilsem de ameliyattan çıkınca daha geniş zaman diliminde daha baş başa malum kavga yapsam diye çelişkili temenniler diliyordum.
Gerçekte yetişememiştim, hoca ameliyata girmişti.
”Gün birden bire doğmaz, aydınlık karanlığın içindedir,gök aydınlığı karanlığın içinden zorlukla süzerek çıkarır,insan düşüncesinin aydınlanması da tabiat olaylarındaki kadar zor oluşur, insan haklarına sahip çıkan özgür insan işte böyle zor oluşur”
Cerrah olmadığım için cerrahi kliniklerindeki ameliyathane girişlerinin gizemli görünüşünden averaj insanlar kadar olmasa bile oldum olası çok etkilenmiş içerde olup bitenleri hep hayal gücümü zorlayarak düşünmüşümdür. İşte tam bu hayaller gözümün önünden geçiyordu ki ameliyathanenin kapısının aniden açıldığını yeşiller içinde kapıda hocanın belirtisi göründü. Yeşil içinde onu görünce bir haftadan beri hazırlandığım kafamda çeşitli kavga senaryoları yazdığım hocamın duruşu bu düşünceleri silip süpürmüştü. Zar zor sanki her zamanki olağan bir görüşme isteği belirtir gibi
“....abi bir konuda sizinle görüşmek .....”...deyince daha lafımı bitirmeden “saat ikide odama gel irfan demişti.
”doğru olmayan düşünce ve davranışları değerlendirip karar verirken kendimizde insan haklarına ters, doğru olmayan düşünce ve davranış üretirsek averaj ve altı çoğunluktan ne farkımız kalır”
Aslında olay özetle bana göre bir insanlık hakkının (Muayene ve tedavi) fanatik bağnaz bir doktor tarafından gasp edilmesi idi. Nineme yapılan muamele yaşayan hiçbir canlıya reva görülmemesi gereken bir olaydı ama benim ninemim başına gelmişti .geçirdiği bir kaza sonrası kırılan bacağını tedavisinin (Yaşlı trokhanter kırığının )hastanın çocuklarının siyasi görüşlerine göre çok ters düşünen bir doktor tarafından yapılmak istenmemesiydi..
Ancak ben yetişmiştim ve kişisel nüfuz ve forsumla maalesef bu konuda oradaki tek doktor olan ortopediste bana yardımcı olan çevremin de desteği ile kerhen de olsa opere ettirmiştim.
Ninemin bu durumdan kurtulması öncelikli sorunum olduğu için yanlış olan ırkçı yaklaşımlar için doktorun şahsında kavga etmekten çok önce ninemin sağlığını sağlamış ve kavgayı sonraya bırakmıştım
Bunu yapan doktor kendini Kürt hisseden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir meslektaşımız idi. Araştırmalarıma göre aynı zamanda benimle aynı yörede doğmuş bir hemşehrimdi.
”Bağnaz,ırkçı davranışlarla karşılaşmak karşılaşan kişileri de refleks olarak bağnaz ırkçı cemaatçi kabileci davranışa sokar ama bizim gibilerin bu tür refleks gelişen olayları azıcık bile olsa yaşama lüksümüz yoktur .Biz bu insanlara,yaşadığımız kötü olaylara rağmen doğal insan haklarını çiğneyemeyiz”
Diyarbakır'a varışımın ertesi günü ninemi özel bir odaya aldırabilmiş,bir gün önce”bırakın o MHPli, Türkçü pezevenklerin nenelerini ameliyat etmezsek de olur” diyen o sırada klinik başkanı yarine bakan vekil başkanla görüşmüş, ve 24 saat sonra ameliyat olmasını sağlamıştım
”Allah'tan dünya yüzünde gerçekten mücadele etmemiz gereken kötü sayısı bizim tahminimizden çok.çok az Kürreyi Arzda yaşayan 5 milyar insanın yarısı kadın dörtte biri çocuk geri kalan beşte bir genellikle yaşlı. Kalan aktif sayının yüzde doksanı aslanın midesine inmiş lokmayı çıkarmakla meşgul.İşte geri kalan tahminen ne kadarsa kabaca biz bu kötülerle uğraşmak zorundayız bu rakamda bizim sağ duyulu düşüncemizi ve doğrularımızı önleyememeli”.
Odaya girerken
“Bu insan nasıl doktor olabilir hadi has bel kader doktor olmuş nasıl doçent yaparsınız bu adamı” Tüm cerrahların genellikle yaptığı gibi ameliyattan sonra odasının kapısını kilitlemişti, benim sesimi duyunca açtı kapıyı.
Ne olursa olsun gereğinden fazla sesimi yükselttiğimi yüzünden anlamış ve utanmıştım Ağzımdan çıkan kelimeler arkası bana dönük yarı çıplak hocama çarpmış bana geri dönmüş, o an kendimi bir anda kurgulu bir mizansenin içinde bulmuştum. İçimden gülümsedim bu beni rahatlatmıştı. O bana bu çıkışımın altından beklediğinden daha farklı bir şey çıkacağını fark etmiş gibi bakıyordu ve hala konuşmuyordu benim bir açıklamamın var olmasını biliyor ve bekliyordu.
”Bu adamdan tescilli Kürtçü imiş kısa bir süre içinde bunu bende fark ettim.üstelik bu adam kabiliyetsiz okumayan yazmayan cahil bir adammış sen senelerden beri doçent olamayan bu adamın ellinden tutup, evet sen elinden tutup doçent yapmışsın, işte sana doçent yaptığın adamın marifetleri diye olup bitenleri bir çırpıda anlatmıştım.
Günlerden beri onun gıyabımda ve kendimle olan savaşım bitmiş gibi gelmişti bana ve rahatlamıştım.Günlerde beri bu konuşmaya tiyatroya çıkacak gibi hazırlanmış topu ona atmış.onun bu konuda kendini savunması ile alay edecek açıkları dikkatle takip eder vaziyette arkama yaslanmış ve ne söyleyeceğini bekler duruma geçmiştim.
Sakin hareketlerle giyindi bir şey içip içmek istemediğimi sordu zaten o sorunun usulen olduğunu biliyordum.bana dönüp gözlerimin içine bakarak
“Bende yanıldım, onun iflah olacağını düşündüm haklısın sadece bu anlattığın değil daha başka olaylarda var kulağıma gelen doğru yanlış ama bu benim yaptığımdan bana pişmanlık verecek bir olay değil Bu olay tamamen ona ait bir olay. O senin ninenin insan hakkını gasp etmiş elindeki yetkiyi kötüye kullanmış onu bir şekilde cezalandırılması lazım.istersen sen istersen ninen onu adalete şikayet edin bende belimden gelen yardımı yapıyım ama benim onun doçentliğine yardım etmemle senin yaşadığın olayın bir ilgisi olduğu kanaatinde değilim.
Ayağa kalktı bana doğru geldi iki omzumu tuttu kelimeleri tek, tek ağzından çıkarmaya özen göstererek bak irfan dedi; ”hem o adam doçent olacak hem de senin ninen ırk, dil, din ayırımı gözetilmeden kainatın her yerinde ameliyat,tedavi,her neyse olabilecek.Doğru düşünceler bireysel yanlış davranışlarla değişseydi yada değiştirilseydi şimdiye kadar toplumları yönlendiren hiçbir düşünce, hiçbir akım, hiçbir din yaşıyor olamazdı. İnsan hakları bu işte Onun için çok az insan kavrayabiliyor. Tarihte kaybetmiş büyük liderlerin çoğu insan hakları ve özgürlüğü yanlış yada üstünkörü yorumladıkları için kaybetmişlerdir, örneğin büyük faşist, faşizmin babası yada diğer bir yorumla büyük devletçi Mussolini “İnsanlar bizden hak, mak,özgürlük istemiyorlar, insanlar bizden ekmek istiyorlar ekmek dediği için kaybetmişti. Oysa insanlar Mussoliniden hem ekmek hem de insan hakları, özgürlük istiyorlardı” ...........dedi .
”evet insan hakları zaman ve mekan içinde görecelik ilkesinden etkilenir ancak bazı temel insan hakları zaman ve mekandan etkilenmeyecek kadar biyolojik özeliklere sahiptir Biliyorum ateş düştüğü yeri yakar benim için senin bir yakının sağlığı insanca duygular açısından beni seni etkilediğinden daha az etkiler, ama biraz daha serinkanlı düşününce aynı noktaya geleceğimize inanıyorum”
Odasından birlikte çıktık. O özel kliniğine giderken beni de yolda bir yerlerde bırakacaktı..Yolda giderken bu konudan hiç konuşmadık ben hocam için altın çağı özleyenlerden biri diye düşünüyor ve içimden Askralı Hoseidos'un altın çağa özlem yansıtan meşhur şiirini okuyordum..
İrfan PALALI
Veli Lök ile tanışmam
Veli Lök'ü, Berlin'e bir kaç yıl önce yaptığı bir gezi sırasında daha yakından tanıma fırsatım oldu. Alman Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu'nda ve Üniversite Hastanesi Oditoryumu'nda Türkiyeli insan hakları savunucularına yönelik davalar ve işkence izlerinin bilimsel temelde kanıtlanması üzerine birer sunum yaptı. İzleyicilerini o dingin tarzıyla etkiledi ve ikna etti. Artık kendini kanıtlamaya gereksinimi olmayan, yaşı ilerlemiş bir beyefendinin bilgeliğini ve doğal otoritesini yansıtıyordu. Veli Lök hafif seslerin insanıdır ve dramatik heyecanların dostu sayılmaz. Biz insan hakları savunucularının da birbirleriyle maalesef gürültülü ve fanatik biçimde sık kapıştığı o süngü savaşlarında, onu, kıyıyı döven dalgaların arasında kalmış sakin bir kaya gibi otururken az görmedim.
Başta Veli'nin bir cerrah ve ortopedist olduğuna inanamadım. Çünkü meslek hayatım boyunca karşılaştığım cerrah ve ortopedistlerin çoğu pahalı Cabriolet'ler kullanan, asistanları azarlayan ve ameliyat odasında kızdıklarında sağa sola neşter fırlatan, gürültülü, ilgi arsızı ve iktidar düşkünü insanlardı. Ama belli ki istisnalar da varmış ve bunlardan biri de Veli. Bir keresinde İzmir'deki muayenehanesini ziyaret ettiğimde beyaz önlüğüyle ameliyat odasından çıkıp bana anatomik ayrıntıya olan aşkıyla az önce gerçekleşmiş ve cerrahi açıdan asgari bir müdahalede bulunduğu bir eklem ameliyatının fotoğraflarını gösterdi. O an narin elleri dikkatimi çekti. İşte o zamandır Veli'nin gerçekten de bir cerrah ve ortopedist olduğuna, yani ellerine yakınlarımı ve kendimi her daim teslim edebileceğim bir usta ve sanatçı olduğuna inanıyorum. Aynı özenli ve koruyucu ellerle insan hakları ihlallerine uğramış insanlara ve onlara destek verenlere de uzanıyor. Uzmanlık alanında uluslararası bir otorite oluşu ve Türkiye'deki saygınlığı da bu duruşa güç katıyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın İzmir Temsilciliği'nde çalışan meslektaşlarımız için o bir tür baba figürü.
Berlin ziyaretinden bu yana birçok projede birlikte çalıştık. Berlin'deki İşkence Tedavi Merkezi'mizin 10. yıl dönümü kitabına, işkenceye karşı Türkiye'de yürütülen kampanya üzerine Coşkun Üsterci ile birlikte yazdığı bir makale ile katkıda bulundu. 2002'de gerçekleşen kutlama etkinliğine de katıldı ve konuşmasını akıcı bir Almanca ile yaptı. IRCT Konsey toplantılarında fırtınalı geçen bazı dönemleri birlikte atlattık.
Mesleğimizin bazı temsilcileri rahatsız edici ve kibirli bir aristokrat tavrı sergilerler; Almanya'da onlara ”beyazlı yarı tanrılar” denir. Ancak tarihte müşfik bir aristokratlığı yansıtan çok sayıda örnek de var. Veli bana memleketi İzmir'in kültür hazinelerine gösterip çoşkuyla antik Ephesus ve Pergamon sitelerini anlatırken bunu düşündüm. Veli bir dünya vatandaşı, bir kültür insanı, bir demokrat ve resmen ”beyazlı yarı tanrının” karşıt modeli. Bununla beraber tavır ve duruşunda hiç gösteriş kokmayan ve son derece insancıl, vakur bir aristokratlık var. Hekimlik mesleğinin de, insan hakları hareketinin de Veli Lök gibi insanlara daha çok gereksinimi var.
Dr. Christian Pross
Berlin İşkence Görenler Tedavi Merkezi (BZFO) YK Üyesi
ALTERNATİF SAĞLIK REFORMU
Dr. Ata SOYER
".Onlar, 'bana teknik alternatif söyle' diyor. Biz kaba ve sınıfsal alternatifler söylüyoruz: Mesela, 'sermaye vergilensin' veya daha da somutlaştırarak, 'finans kapital, ya servetleri üzerinden veya faiz gelirleri üzerinden vergilensin' diyoruz. Bunun ötesine gitmenin gereği yok; bunun ötesine gittiğiniz zaman, iktidar olmanız gerek. Efendim, 'faizler vergilensin'; vatandaşın elindeki repolar ne olacak, repo belgeleri ne olacak, kime yüklenecek, kime yüklenmeyecek; bu tartışma bizim bu günkü tartışmamız değil. .Eğitim ve sağlıkta ticarileşme ve özelleştirmeye karşı çıkmalıyız. 'Efendim, her şeyi devlet mi yapacak?' Evet, her şeyi devlet yapacak. Nasıl yapacak? Sermayeyi vergileyerek. Bu alternatif bugün yeter, daha fazla ayrıntıya gerek yok."
(1 Kasım 2003 Nusret Fişek Anma Etkinlikleri; Türkiye'de Değişik Sektörlerdeki Tahribatlar: Bunlara Karşı Ne Yapılabilir? Paneli, Korkut Boratav'ın konuşması)
Sağlıkta bunca olumsuz tablo yaşanırken, alternatifin olmadığını söylemek, en hafifinden sorumsuzluk olur. Her şeyden önce Türkiye'de yaşayanların çok daha iyisine layık olduğunu ve bunun (da) mümkün olduğunu hissettirmek gerekli. İddia şu: "Çalışanlardan yana bir iktidarın hep birlikte kurucusu ve mütevazı bir emekçisi olmak."
Bu bağlamda alternatif sağlık hizmeti başlığının tüm sağlık konularını değil, bazı ana konuları içerdiğini belirtmek gerekir. Önce, mevcut sağlık finansman (akış/dağılım) tablosunu ve parasal büyüklüklerini aktarmaya, daha sonra bu rakamı büyüten ve değiştiren/kaydıran müdahale/olanakları belirtmeye çalışılacak. Arkasından hizmet sunumuna yönelik iyileştirme ilkeleri ve bu ilkeler ışığında öngörülebilir adımları somutlamak hedefleniyor. Böylelikle, bu veriler ışığında, ilkeler ve öneriler iletilecektir.
- Sağlık Finansmanı, Mevcut Durum Nedir?
Son 25 yılda (1980-2004), toplam sağlık harcamalarının GSMH' ya oranı, % 3,5'ten % 6,3'e yükseldi. Bütün bir 1980'li yıllar boyunca, toplam sağlık harcamalarının GSMH' ya oranı % 4'ün altında seyrederken, 1990-94 yıllarında artış gösterdi. Ama asıl yükseliş, 2000'li yıllarda yaşandı.
Bu süreci miktar olarak akursak, 1980'de 2,5 milyar dolar civarında olan toplam sağlık harcaması, 1990'a kadar 3 milyar doların altında kalmış, 1990 sonrası yükselmeye başlamış, 1994 krizi ile yaşanan hafif düşüş dışında, sürekli artış göstermiştir. 2004'e gelindiğinde, bu miktarın 20 milyar dolara (18,9) yaklaştığını gördük.
Toplam sağlık harcamaları içinde kamunun payı, başlangıçta (1980'li yıllar) % 50 civarında seyretti. Sonra kamu payının arttığını yaşadık. 2000'den sonra ise kamunun payı, % 80'i geçti.
Bu rakamlardan şöyle bir çıktı elde edebiliriz; 1980- 2004 arasında kamu sağlık harcamaları 100 milyar doları geçerken ( 106 milyar dolar ), özel sağlık harcamaları 40 milyar doların biraz üzerindedir ( 43 milyar dolar ). Bugün kamu sağlık harcaması 17, özel sağlık harcaması ise 3 milyar dolar civarında seyretmektedir.
Burada birinci ara çıktımızı özetleyelim: Son 25 yılda toplam sağlık harcamalarının GSMH içindeki payı, neredeyse iki misli artmıştır. Yaklaşık 2,5 milyar dolar olan toplam sağlık harcaması, 8 kat artarak 20 milyar dolara dayanmıştır. Kamunun toplam sağlık harcamaları içindeki payı yarı yarıyayken, 2004'te % 85 civarına ulaşmıştır.
Bu gelişmelerin ne kadarı, AKP döneminde yaşandı? Ya da AKP döneminde sağlık finansmanı konusunda neler oldu? 11 milyar dolar olan (2002) toplam sağlık harcaması, 2004'e gelindiğinde, 19 milyar dolara ulaştı. GSMH içinde % 5,6 olan toplam sağlık harcamalarının payı da arttı; % 6,3. Ama asıl değişim, kamunun toplam sağlık harcamaları içindeki miktarında yaşandı. Yaklaşık 8,7 milyar dolar olan kamu sağlık harcamaları, 16,3 milyar dolara ulaştı. Bu oran ve miktarlar, son 25 yılın en büyük rakamlarıdır. Ancak, bu yüksek miktarlar ve artış, hizmetin niteliğine yansımadı. Çünkü uzun süredir yatırım yapılmayarak çökertilen kamu sağlık kurumları, hizmet sunamaz hale getirildiğinden, bu artan para, hizmet satın almaya/kaynak aktarmaya yöneltildi. Örneğin, sağlık alanının asıl sahibi Sağlık Bakanlığı Bütçesi'nin, gerek toplam sağlık harcamaları gerekse toplam hükümet bütçesi içindeki payı geriledi. Üstelik gerçekleşen bütçe rakamları, bütçede ilan edilen başlangıç ödeneğinin çok altında gerçekleşti. Ama temel sorun, sağlık yatırımlarında yaşandı. 2000 -2005 yılları arasında Sağlık Bakanlığı yatırımlarının, toplam Sağlık Bakanlığı bütçesi içindeki payı, başlangıç ödenekleri itibarıyla % 3,2 - 7,0 oranında ilan edilirken, gerçekleşen oranlar oldukça düşüktü: % 0.8 - 4.2. Bununla bağlantılı olarak, sağlık kurumlarının yıllık artış oranları düşük seyretti. Örneğin, yeni sağlık evi yapılması neredeyse durma noktasına gelirken, yeni sağlık ocağı yapımı, bir önceki yıllara göre, son iki yılda % 0.4 - 2.5 arasında kaldı. Özü, AKP döneminde artan kamu sağlık parası, kamu sağlık yatırımlarına yönlendirilmedi. Pekiyi; öyleyse nereye gitti bu kadar para?
Sağlığa Akan Para, Nereden Geliyor, Nereye Gidiyor?
Bir kaynağımız, 2003 tarihli Dünya Bankası Raporu. Rapor'a göre, sağlığa akan yüz birim paranın 76'sı, hükümet bütçesi ve sosyal güvenlik kuruluşlarından geliyor. Geri kalan 24 birim para ise insanların cebinden harcadıkları para ağırlıklı olmak üzere, özel sektörden gelmekte. Yine aynı Rapor, bu yüz birimlik paranın 27'si ilaç ve teknolojiye, 22'si özel sağlık kurumlarına, 39'u kamu sağlık kurumlarına ve sektörüne, 10 -12'si de diğer yapılara dağıldığını belirtiyor. Bu denklem, çok açık biçimde 76 birim veren kamuda 39 birimin kaldığını, bunun anlamının 37 birimlik bir miktarın, kamudan özele aktarılmış olduğunu göstermekte.
Başka bir kaynak, Ulusal Sağlık Hesapları 2000. Bu kaynağa göre ise 2000 yılında kamunun toplamının % 62'sini, özelin ise % 38'ini temin ettiğini görüyoruz. Bu paranın ilaç teknoloji ve özel sağlık kurumlarına giden kısmı % 51 iken, kamu sağlık sektörüne giden pay ise % 38'dir. Bu çerçevede, kamudan özele akan paranın, 2000 yılı bağlamında, toplam harcamaların % 24'ü olduğu söylenebilir. Bir ara çıktı daha yapalım; son 25 yılda en büyük toplam ve kamu sağlık harcaması, yine son 25 yılın en büyük miktar/oranı ile kamudan özele-değişik mekanizmalarla aktarılmaktadır.
- Sağlık Finansmanı Alanına Nasıl Müdahale Edebiliriz?
Bütünüyle kamunun "para toplama-hizmet sunma" ilişkisini kopararak, kamu kaynaklarını özele aktarma esasına oturtulan sisteme müdahale etmek gerekir. Nasıl? 1. kaynaklar üzerinden 2. harcamalar üzerinden. 2005 DPT verisi üzerinden sağlığa akan toplam 20 milyar dolara yakın bir para olduğunu biliyoruz. Bu parayı, hangi kaynaklardan, ne şekilde arttırabileceğimizi düşündüğümüzde, ilk aklımıza ülkemizin ithalat tablosu geldi. 2000'de 54.5 milyar dolar olan ithalat, 2004'te 97.5 milyar dolara ulaşmış. Bu ithalatın tüm kalemleri incelenerek kısılmasının hedefe koyulması gerekiyor, ama burada biz tüketim amaçlı ithalatı önümüze koyduk. 2004 itibariyle 12 milyar dolar olan tüketim amaçlı ithalatın durdurulduğunu varsaydık. Ve bunun bir bölümünün, örneğin 1/4'ünün sağlığa ayrıldığını düşündük. Başka bir kalem olarak iç ve dış borçları aldık. Borç faizi, 2004 yılında 39 milyar dolar. Bu paranın en azından bir bölümünün ertelendiğini varsaydık. Bu paranın da, ¼'üne göz koyduk. Bir başka değişikliğin, bu güne kadar özelleştirilen kamu varlıklarının tekrar kamulaştırılması yönünde olması gerektiğinin altını çizdik. Bu değişikliğin vergi gelirlerine yansımasının yaklaşık 10 milyar dolar olacağını varsayarak, bunun ¼'ünün de sağlığa düşeceğini düşündük. Ek olarak vergi gelirlerinde servet-gelir vergilerine yüklenerek yeni kaynaklar elde edileceğini varsaydık. Burada bir hesaplama yapmadık. Ancak, bir önceki düzenlemelerle bile, kamunun elinde bulunan 16.3 milyar dolarlık kaynağa, ek olarak 15 -15.5 milyar dolarlık bir katkı yapabileceğimizi hesapladık. Yaklaşık 30 -32 milyar dolarlık bir kamu sağlık kaynağı eder bu.
Şimdi, harcamalara müdahale araçlarına bakalım. Sağlık harcamaları içinde bir planlama yaparak, tasarruf sağlarız düşüncesinden yola çıktık. Öncelikle; pahalı, tıbbi teknolojiye sınırlama getirilmesinin doğru olduğunu düşündük. Her ne kadar ülkemizde, tıbbi teknoloji üretemiyorsak da, uzun dönemde böyle bir üretim hedefi önümüze koymak koşulu ile tıbbi teknoloji ithalatında bir sınırlamayla işe başladık. Her bir milyon kişiye 1 veya 2 MR veya BT hesabı ile bu sayının dışında ithalatın durdurulmasını doğru bulduk. Benzer hesaplamaların, diğer tıbbi teknolojilere uygulanmasının doğru olacağını düşündük. Çok daha önemli bir konu da ilaç. Kısmen üretim yapılsa da, giderek ithalata daha bağımlı bir alan; ilaç! Benzer bir mantıkla, ucuz hammadde ithalatına yönelme, mamul madde ithalatında sınırlamaya gitme, ana ilaçların dışındaki ilaçların ithalatının izne bağlanması, alımların merkezi olarak yapılması gibi önerilerin ciddi bir tasarruf sağlayacağını varsaydık.
Ancak, bu konudaki temel adımın ilaç ve aşı üretiminin ülkemizde, çok uluslu tekellerin dışında kamusal olarak yapılmasına ağırlık vermek olduğunu savunuyoruz. En azından aşı ölçeğinde biliyoruz ki; aşı üretiminin yeniden tesisi için yapılacak harcamalar, bir-iki yıllık ithalat miktarını çok aşmıyor. Bu söylediklerimiz, orta ve uzun vadeli etki yaratabilecek adımlar. Ama daha hızlı sonuç verebilecek değerli bir adım, özel sağlık sektörüne, kamudan yapılan sevklerin durdurulmasıdır. 2005 yılında, kamudan özele akan paranın, toplam sağlık harcamalarının % 47'si olduğunu hesaplamıştık. Bu oranın % 27'lik bölümünün ilaç teknoloji olduğu bilgisi temelinde, sadece sevklerin durdurulması ile 4 milyar dolara yakın bir tasarruf sağlanacağı ortaya çıkmakta. Yukarıdaki rakamlarla birlikte, hemen ulaşılabilecek miktarın 35 milyar dolara ulaştığını söylemek mümkün. Derli toplu bir kamusal örgütlenme bağlamında, bu paranın şimdikinden çok daha eşitlikçi ve etkin bir sağlık hizmeti sunma olanağı vereceği açıktır.
- Hizmet Sunumunda Mevcut Durum:
Hizmet sunumunun temek birimleri, sağlık ocakları. Ülkemizde, ortalama 11730 kişiye bir sağlık ocağı düşmekle birlikte, bu rakam bölgelere, illere ve il içinde semt ve mahallelere göre önemli eşitsizlikler sergilemektedir. Bilindiği gibi bu konuda Güneydoğu Anadolu bölgesi, Doğu Anadolu Bölgesi ile İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Bursa, Eskişehir vb. gibi büyük iller daha dezavantajlıdır. Örneğin İstanbul'da bir sağlık ocağı başına düşen nüfus 40 bin ortalamayken, Şanlıurfa'da bu rakam 22 bindir. 2004 yılı itibariyle 6066 sağlık ocağımız mevcut. Maalesef, bunların % 22,3'ünde hekim yok. Her 10 bin kişiye bir sağlık ocağı yapılması gereğinden yaptığımız hesaba göre, 1776 sağlık ocağına daha ihtiyacımız var. Dolayısı ile ilk aşamada, 3129 hekim (hekimi olmayan sağlık ocakları + yeni sağlık ocakları) ve 1776 sağlık ocağı temini ile (inşaat bitene kadar, kiralama ve satın alma yolu ile) hemen işe koyulabiliriz. Bu sağlık ocaklarının bine yakını İstanbul ağırlıklı (822) olmak üzere Marmara Bölgesi'ne gerekirken, 294'ü İç Anadolu'ya (217'si Ankara) ve 378'i Güneydoğu ve Doğu Anadolu'ya olacaktır.
Derdimiz, sadece eksik birimleri tamamlamak mı? Bu yenileme, sağlık hizmeti sunumunu nasıl etkileyecek? Biz bu temel birimlerin, sağlık ocaklarının, halkın ilk başvuru yeri olması konusunda gereken personel ve donanım ile desteklenmesi gereğinin da altını çiziyoruz. Şu anda, tüm sağlık kurumlarına 217400 başvuru var, bir yılda. Bunun sadece 74500'ü (% 35) sağlık ocaklarında gerçekleşmekte. Biz bu oranın % 90'a ulaşmasını hedefliyoruz ve mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada, yeni bir hesaplama yaptık. Toplam nüfusumuz 70 milyon ve her bir bireyin bir yılda ortalama 4 kez sağlık kurumuna başvurduğunu varsayalım. Ki; şimdiki rakam, 2,4. Bu, toplam 280 milyon poliklinik eder. Bu poliklinik başvurusunun, eksiklerini tamamladığımız sağlık ocaklarınca karşılandığını varsayarsak, her sağlık ocağında günde 100'ün altında hasta yükü ortaya çıkıyor. Bir sağlık ocağında 3 hekim poliklinik yapsa, 33 civarında hasta bakmış olunur. Doğal ki, burada bir kaba projeksiyon yapıyoruz. Koruyucu sağlık hizmetleri ve diğer sağlık personeli yükünü hesap etmememiz, onları önemsemediğimizden değil, bu işin öz olarak mümkün olduğunu göstermek amacıyladır.
Varsaydık ki, bu sistem işledi ve başvuruların % 90'ını sağlık ocaklarında çözümledik. Geriye % 10'luk bir hasta yükü, yani 28 milyon sevk kalmakta. Bunları da hastaneye gönderdik. Bunun anlamı, şu andaki hastane poliklinik yükünün 1/5'ine düşürülmesi demektir. Yani şu anda, daha az bir başvuru oranı ile 150 milyon civarında olan hastane poliklinik sayısı, 28 bine düşecektir. Bu hastaların da, yaklaşık ¼'ünün yataklı tedaviye ihtiyacı olduğunu hesaplasak, 7 milyon kişi eder (şimdi, 6.4 milyon). Bu tablonun anlamı, hastanelerin asli işlevine dönmesi demektir. Birinci basamağın iyi çalışmaması nedeni ile birer ayaktan bakım merkezine dönen hastaneler, asli işlerine, yani yataklı tedaviye yöneleceklerdir. Bu arada, yatan hastaların yarısının ameliyata ihtiyacı olduğunu düşünürsek, yılda 3.5 milyon ameliyat gerekecektir. Bu noktada, bir iş yükü artışı bekliyoruz. Çünkü mevcut sayı 500 binin biraz üzerinde. Ancak, bu durum da, hastanelerin asli işlerine dönüşünün bir gereğidir.
- Bunlara ek olarak, sağlık ocaklarında teşhisi konulan hastaların ilaçlarının önemli bölümünün ücretsiz karşılanabileceğini de söylüyoruz. Eriş Bilaloğlu arkadaşımın yaptığı hesaplamaya göre, Sağlık Bakanlığı Hastalık Yükü Araştırması'nda ülkemizde en sık görüldüğü tespit edilen 10 hastalığın (yaklaşık 150 milyon poliklinik) depo fiyatı üzerinden karşılığı 5 katrilyon TL civarındadır. Alt yapısı iyileştirilmiş ve halkın ayağına kadar giden sağlık ocakları zincirinin, ilaçlarının önemli bölümünü de ücretsiz karşılaması, hizmete ulaşmadaki engelleri azaltacaktır. Bu hizmeti verecek olan sağlık çalışanlarının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin de şart olduğunu vurgulamalıyız. Örneğin, döner sermaye ya da performans yerine doğrudan bütçe kaynaklı gelir ilkesi üzerinden sağlık çalışanlarının maaşlarının ikiye katlanmasının da, yaklaşık 7.5 katrilyon TL olduğu hesaplanmıştır. (Soyer-Bilaloğlu, 2005) Bu somut adımların yanı sıra, ilke düzeyinde bazı önerileri de eklemek gerekir. Her şeyden önce, kamu sağlık yatırımlarının arttırılması gerekiyor. Sağlık ocakları sayısının arttırılmasının yanı sıra, bu kurumların alt yapılarının çağdaş hale getirilmesi, bu bağlamda ele alınmalıdır. Ancak, kısa dönemde yeni hastane yapılması önerilmemektedir. Önemli olan, basamaklı sağlık örgütlenmesinin ciddi bir biçimde hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır. Bu noktada, sevk sisteminin uygulanması zorunludur.
- Kamu sağlık kurumlarında daha önce yapılan taşeronlaştırma ve özelleştirmeler sonlandırılmalı, kamu sağlık hizmetleri genişletilmelidir. Hizmet satın alma ve özel sektöre sevk işlemleri durdurulmalıdır. Malzeme satın alma ve özel sektöre sevk işlemleri durdurulmalıdır. Malzeme satın alma süreçleri ise tasarruf mantığı ile yeniden düzenlenmelidir.
- Kamu sağlık personelinin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, olası bir sağlık reformunun olmazsa olmazıdır. Öncelikle, bu personelin ücretleri arttırılmalıdır. Bu artış, kademeli olarak sürdürülmelidir. Ücretlendirme sistemi, koruyu hizmetler, halk sağlığı alanı, riskli işlerde çalışma, mahrumiyet bölgelerinde çalışma durumlarında olanları kayırıcı biçimde yeniden düzenlenmelidir. Tam zamanlı çalışma sistemine geçilmelidir. İş güvencesi, tartışma konusu yapılmamalıdır. Kamu sağlık kurumlarında siyasal kadrolaşmaya olanak vermeyecek düzenlemeler yapılmalı, bu anlamda sağlık çalışanlarının, gerek işyeri gerek sektör düzeyinde katılımlarına olanak verecek mekanizmalar oluşturulmalı, var olanlar geliştirilmelidir. Sağlık sektöründe çalışanların örgütlenmeleri önündeki engeller kaldırılmalı, grevli toplu sözleşme hakkı tanınmalıdır.
- Sağlık hizmetlerinin bu noktada tek elden toplanması elzem olmaktadır. Ciddi bir planlama çerçevesinde, ilk basamaktan, üçüncü basamağa kadar sağlık hizmetleri tek elden toplanmalı, kademeler arası dayanışma ve yardımlaşma be tek elden toplanmanın ana bileşeni olmalıdır.
- Sağlık sektörünün en önemli alanı ilaç ve teknoloji alanına müdahale edilmelidir. İlaç ve teknoloji alanında, iki başlıkta adımlar atılabilir: Birincisi ve en önemlisi, bu alanda yeterli üretimin kamu eliyle sağlanmasıdır. Diğeri ise üretimin sağlanmasına kadar geçen sürede ya da üretim olsa bile, ilaç hammaddesi alımlarında daha ucuz alım seçeneklerinin hayata geçirilmesi, mamul madde alımlarının denetlenmesi, kamu kurumlarının ilaç alımlarının toplu halde yapılması gibi önlemlerdir. Tıbbi teknoloji alanı ise kesinlikle planlanmalı ve gelişigüzel ithalata olanak verilmemelidir.
9. Bu adımları arttırmak ve çeşitlendirmek mümkün ama burada ana konularda somut adımların atılması halinde, sağlıkta iyileştirmenin hiç de hayal olamadığını göstermekle yetinelim. Sağlık hizmet sunumu ile finansmanı tek elde topladık, birincil basamağı ve bütüncül yaklaşımı merkeze aldık, birinci basamak alt yapısını hızla tamamladık, ikinci basamak hizmetleri gerçek nüfusu ve iş yükü ile karşı karşıya bırakarak verimli kıldık, sevk zincirini oturttuk, en çok görülen 10 hastalığın ilaçlarını ücretsiz olarak birinci basamakta temin ettik, özel sektöre verilen teşvikler ile aktarılan kaynakları iptal ederek hizmetleri planlama dâhilinde tamamıyla kamu eliyle sunduk, vb. Çerçeve bu. Ama burada önemli bir noktayı atladık: Toplumun en küçük birimlerinden ülke düzeyine kadar katılarak denetlediği bir işleyiş olmadan bu adımlar eksik olacaktır.
VELİ LÖK İLE ANILAR
Sevgili dostum Veli Lök ile tanışmam Ege Üniversitesi Tıp Fakültesindeki öğrencilik yıllarıma rastlar. Ben Tıp Fakültesinin ilk öğrencilerinden, oda ilk asistanlarındandı. O zaman ki adiyle Ortopedi ve Çocuk Cerrahisi derslerini almaya başladığımız 1959 yılında kendisini tanıdık. Ortopedi Kliniğinin ilk asistanları 4 kişiydiler. Dr. Veli Lök, rahmetli Dr. Mehmet Tiner, Dr. Ünalan Eraltuğ ve sonradan eşim olan Dr. Orhan Süren. Ben doktor olduktan sonra Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniğinde ihtisasa başladım. O yıllarda Bornova' daki üniversite yerleşkesinde tıp fakültesi hastanesi yoktu. Klinik Kürsüleri, İzmir içindeki Sağlık Bakanlığı hastanelerinde, kendilerine verilen bölümlerde çalışırlardı. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği ile Ortopedi ve Çocuk Cerrahisi Kliniği Behçet Uz Çocuk Hastanesine yerleşmişlerdi. Biz zemin ve 1. katta , onlarda bizim üstümüzdeki katta çalışıyorduk. Daha sonra 1971 de Bornova' daki görkemli üniversite hastanesine taşındığımızda da kliniklerimiz ayni komşuluk durumunu sürdürdü. Ortopedi içinde yer alan çocuk cerrahisi ile çocuk hastalıkları yakın ilişki içindedir. Bu nedenle 2 kliniğin asistanları sürekli ilişki içindedir.
Veli Lök ile dostluk ilişkimizde, mesleki ilişki yanında, “ Demokratik Üniversite “ için verdiğimiz ortak çabanın da büyük yeri vardır. Altmışlı yıllarda başlayan bu ortak mücadelemiz bu günlere kadar devam etti ve ediyor. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kazanılan “ 1960 Anayasası “ nın getirdiği demokratik gelişmenin etkisi üniversitelerde de görülmeye başladı. Örgütlü mücadelenin ilk kıpırdanışı olarak biz de 1968 veya 1969 da Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Asistanlar Sendikasını kurduk. Şimdiki kamu çalışanlarının sahip olmadığı grev hakkı o zaman da yoktu. Veli lök, Erol Mavi, Cumhur Ertekin, Aydoğan Yazıcı ve Tarık Günbay başlıca hatırladığım sendikaya üye arkadaşlardı. Veli Lök Sendikanın ilk başkanı idi. O yıllarda sendikaya ilgi azdı. Genel kurulu toplamak için gerekli asgari sayıya ulaşmada zorlandığımızı hatırlıyorum. O sıralarda, personel yasasında değişiklik yapıldı, kamu çalışanlarının buna bağlı olarak maaşlarında artış oldu. Biz üniversite çalışanlarına bu değişiklik yansımadı. Bu amaçla Ege Üniversitesi tarihinde ilk kez protesto yürüyüşü düzenledik, Basmane Meydanından Pasaporttaki Atatürk Anıtına beyaz gömleklerimizle yürüdük ve gömleklerimizi anıta bıraktık. Bu yürüyüşe katılım çok yüksekti. Yedi aylık hamile bir meslekdaşımızın yürüdüğünü hiç unutmam. İlk kez örgütlü olmanın yararını görmüş ve sesimizi yükseltmiştik. Daha sonraki günlerde biz asistanlar, çalıştığımız hastanelerde birkaç saatliğine işi bırakarak bahçeye çıkmış protestomuzu dile getirmiştik. Diğer hocaların bu olayı nasıl karşıladıklarını hatırlamıyorum ama bizim hocamız Sevgili Prof. Dr. Sabiha Özgür, belki de olaydan zarar göreceğimizi düşünerek, bizi engellemeye çalıştı. Verdiğimiz mücadele ile öğretim üyelerinin de hakkını savunduğumuzu söylediğimi hatırlıyorum.
Ülkemizin heyecanlı ,çalkantılı ve sıkıntılı günler yaşadığı 1970 mayısında daha sonra solcuların “ tağyir, tebdil ve ilga etmekle “ suçlandığı anayasayı korumak adına Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlenen “ Anayasaya Saygı Yürüyüşü” ne katıldık. İzmir' den bu yürüyüşe Tıp Fakültesinden ( o zaman ki ünvanlarımızla ) Doç. Dr. Veli Lök, Dr. Erol Mavi, Dr. Alphan Cura, Dr. Oryal Gökdemir ve ben, Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulundan Doç. Dr. Cengiz Pınar ve Doç. Dr. Ömer Aşıcı katılmıştık. Otuz kadar öğrencimiz de bizimle beraberdi. Yürüyüş sabahı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine gittiğimizde bizleri, o zaman çok genç olan Dekan Prof. Dr. Uğur Alacakaptan karşıladı. Daha sonra Tandoğan Meydanında toplanıldı ve Anıtkabir' e yürüyüşe geçildi. İstanbul ve Ankara' nın çeşitli üniversitelerinden gelen öğretim üyeleri ve yardımcılarından oluşan büyük bir kalabalık ile görkemli bir yürüyüş gerçekleştirildi. Öğretim üyeleri cübbeleri ile gelmişlerdi. Yürüyüş boyunca, çevre apartmanların balkonlarına çıkanlarca alkışlandığımızı anımsıyorum. ODTÜ Rektör yardımcısı ve vekili Prof. Dr. Erdal İnönü, İstanbul Üniversitesinden Prof. Dr. Celal Öker ,rahmetli Uğur Mumcu da yürüyenler arasında hatırlayabildiklerim. Anıtkabirde yapılan konuşmalardan sonra, sol yumruklarımız havada, hep bir ağızdan içilen ant ile toplantı sona erdi. Bu yürüyüşe katılmak üzere Ankara' ya giderken tedirginlik içindeydik. Çünkü izin almak üzere girişimde bulunamamıştık. Ama döndükten sonra hiç birimiz hakkında soruşturma açılmadı.
Ancak ertesi yıl 12 MART 1971 deki askeri müdahale ile “daha sonra o dönemin başbakanı Prof. Dr. Nihat Erim' in deyişi ile” bir süreliğine, demokrasinin üzerine şal örtüldü. Büyük acılar, üzüntüler ve korku dolu bekleyişler yaşandı. Bir gece banyoda bazı kitaplarımı büyük üzüntü ile yaktığımı hatırlıyorum. Bu arada tabii her türlü dernek ve sendika çalışması da yasaklanmıştı. Yıllar geçtikçe baskı hafifledi, normal hükümetlerin kurulması soluk almamıza izin verdi.
Yetmişli yıllar son derecede çalkantılı yıllardı. Toplumsal uyanış hızlanmış, asistanların ve öğrencilerin ülkenin gerçeklerine uygun daha iyi tıp eğitimi almak için istekleri artmıştı. Bir süredir İzmir' den uzak olan Orhan Süren, tekrar aramıza dönmüştü. 1972 de evlendik. Eşimin çok yakın arkadaşı olan Veli Lök' le dostluğumuz daha da pekişti. Bu arada biz genç öğretim üyelerinin girişimleri ile sevgili hocamız rahmetli Prof. Dr Yavuz Aksu dekan seçilmişti. Yardımcıları Prof. Dr. Selçuk Tuncer ve Prof. Dr. Mustafa Eminoğlu idi. Hatırladığım kadariyle Veli Lök başta olmak üzere Erol Mavi, Oya Tuncer, Cumhur Ertekin, eşim Orhan Süren ve ben elimizden geldiğince dekanlığa yardımcı olmak üzere çalışıyorduk. Demokratik, bilimsel ve bağımsız bir üniversite için çabalıyorduk. O sıralar yürürlükte olan 1750 sayılı üniversite yasası gereği öğrenciler ve asistanlar Fakülte Yönetim Kuruluna, asistanlar da tüm kliniklerde kürsü kurullarına, seçilmiş temsilcileri ile oy hakkına sahip olarak katılıyorlardı. Bu dönemde Veli Lök ve Altan Kayan İzmir Tabip Odası başkanıydılar. Tabip odası onların yönetiminde, sessiz konumundan çıkarak ülke ve sağlık sorunlarına eğilmeye başladı. İlk kez 14 mart tıp bayramları, sağlık haftaları olarak değerlendirilmeğe başlandı. İlk Sağlık Haftası 14 Mart 1975 de yapıldı ve sonraki yıllarda 2. ve 3. Sağlık haftası olarak devam etti. Bu haftalarda Sağlık, eğitim sorunları ve çözümleri çeşitli paneller ve konferanslarda işleniyordu. Bu toplantıların bir kısmı İzmir içindeki hastanelerde gerçekleştirilerek, hekimlere ulaşılıyordu.
On iki Mart' ta kapatılan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Asistanlar Sendikasından sonra Tüm Öğretim Üyeleri Derneğinin İzmir şubesini kurduk. Derneğin merkezi Ankara' da idi. Derneği tanıtma ve İzmir Şubesini kurma çalışmaları için Prof. Dr. Gencay Şaylan İzmire geldi. Hatırımda kaldığına göre Ziraat Fakültesinden Prof. Dr. Nihat Aktan, Fen Fakültesinden sevgili dostumuz rahmetli Prof. Dr. Şükrü Bozkurt, Tıp Fakültesinden Prof. Dr. Veli Lök, Prof. Dr. Erol Mavi, eşim Doç. Dr. Orhan Süren, ben, İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi ( Sonra İktisat Fakültesi ) Prof Dr. Bilge Umar toplantıya katılmışlardı. TÜMÖD İzmir şubesi, 3 kişilik kurucu üye, Erol Mavi, Şükrü Bozkurt ve Bilge Umar ile kuruldu. İlk başkan Erol Mavi, daha sonraki başkanlar, Tayyar Bora Veli Lök ve Şükrü Bozkurt idi. Ben de bir dönem yönetim kurulu üyesi idim. Derneğin amacı demokratik , bilimsel, özerk üniversite oluşturmaktı. Benzer şekilde asistanlar da TÜMAS İzmir şubesini kurdular. Çok ilginçtir, TÜMÖD Yönetim Kurulunda çalışanların çok azı dışında büyük çoğunluğu 12 Eylül de, 1402 sayılı sıkı yönetim yasası ile görevlerinden alındı. Çeşitli toplantılarda yönetim kurullarını sessiz kalma ve pasif davranmakla suçlayan bazı hızlı öğretim üyeleri ise ne hikmetse görevlerine devam ettiler.
12 Eylül 1980, özellikle Ege Üniversitesinin üzerine, balyoz gibi indi. Ege Üniversitesi 12 Eylül öncesindeki kargaşanın, sağ sol çatışmasının, derslere ara verdiren boykot türü eylemlerin hemen hiç olmadığı bir üniversite idi. Solun çok güçlü olduğu üniversitemizde 70 li yılların sonlarında bilimsel çalışmalar büyük ivme kazanmış, özellikle tıp fakültesinde bazı klinikler ulusal hatta bazıları uluslar arası düzeyde yer almağa başlamışlardı. Bunda giderek güçlenen öğretim üyesi kadrosunun yanında alttan gelen asistan ve baş asistanların seçkin nitelikte olmasının büyük payı vardı. Bilimsel kongrelerde sesimiz daha çok duyulur olmuştu. Bu çalışkan, özverili ve bilim gücü yüksek asistan ve uzmanların çoğu solcu idi. Ege Üniversitesinin sesini kısmak, çalışanlarını sindirmek üzere YÖK ün kuruluşunun ardından, yeni çıkan üniversite yasasına dayanarak, yönetim kurulu kararı ile, hızla, pek çok başasistanın işine son verdiler. Bunların hemen tümü çalışkan, alanında son derece başarılı ve bilimsel olarak güçlü çocuklardı. Nitekim üniversiten ayrıldıktan sonra da başarılı çalışmalar ortaya koydular. Çoğu üniversite dışından doçent oldu. Özel hastaneler açıp çok güzel çalışmalar sergileyenleri oldu. . Bir kısmı sıkıyönetimin kalkmasından sonra tekrar üniversiteye dönerek akademik kariyerde ilerlediler. İçlerinde politikaya atılıp milletvekili ve belediye başkanları olanlar oldu. Eğer o kadro biçilmeyip görevine devam etseydi, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi bilimsel olarak çok farklı yerde olurdu. Ama amaç üniversitenin sesini kısmak ve solu yok etmekti. Bunda da başarılı oldular. YÖK yasası ile ulaşamadıkları öğretim üyelerini de 1402 sayılı sıkı yönetim yasası ile görevlerinden aldılar yada görevlerinden istifaya zorlandılar. En çok 1402 lik öğretim üyesi Ege Üniversitesinden oldu.
İlk görevinden alınan rahmetli hocamız Prof. Dr. Yavuz Aksu idi. 1981 eylülünde, hocamız katıldığı bir kongre nedeniyle İzmir dışında iken , dekanlığa sıkı yönetimin emri tebliğ edilmiş. O sırada dekan yardımcısı olan arkadaşımız Prof. Dr. Alphan Cura' dan haberi duyunca şok olduk. Sıranın bizlere de geleceğini düşünerek, ayni gün çalışma saati bitiminde Cumhur Ertekin, eşim Orhan Süren ve ben Alsancak'a inip muayene aradığımızı, önümüze gelen Talat Paşa Caddesinde yıllarca çalışacağımız daireyi kiraladığımızı hatırlıyorum. Cumhur' da, o dönemde Fransız Hastanesi olarak anılan, şimdiki Alsancak Devlet Hastanesinin karşısında bir yer kiraladı. O zamana kadar muayene hekimliği yapmak, üniversitedeki çalışmadan sonra muayenehanede hasta bakmak hiç düşünmediğimiz bir şeydi. İster muayenehanede ister hastanede “tam gün çalışma” temel ilkemizdi. 1980 den önce CHP hükümetinin çıkardığı böyle bir yasayı savunduğumuz için çok düşman kazanmıştık. Veli arkadaşımızın söylediği gibi muayene açabilme hakkı, bize meğerse parasal özgürlük getiriyormuş. Nitekim diğer fakültelerdeki 1402 lik arkadaşlarımız ekonomik yönden çok sıkıntılı günler geçirdiler. Hele başlangıçta, kişinin emeklilik hakkı da elinden alınıyor ve emekli maaşı verilmiyordu. Adeta tam açlığa mahkumiyet gibi bir durum. Neyse bir süre sonra yasanın bu maddesi değiştirildi de emekli aylığı almayı hak edenler maaşlarını alabildiler. Ben adeta zamanla yarışarak, kıl payı emeklilik süremi doldurarak, hakkımı kazandım.
Yavuz hocadan sonra, 8 Şubat 1982 tarihinde Veli Lök, Cumhur Ertekin ve ziraat fakültesinden Tayyar Bora 1402 sayılı yasa ile görevlerinden alındılar. Artık hepimizde tedirginlik artmıştı. Bu tedirginlik fakültedeki tüm öğretim üyelerinde görülüyordu. Son derece ağır bir hava vardı. Hastaneye giriş çıkışlarımızda karşılaştığımız öğretim üyesi arkadaşlarımız yollarını değiştiriyor veya selam vermemek için başka yöne bakıyorlardı. Öğle yemeğinde de masalarının yanından geçerken başlarını tabaklarına eğiyorlardı. Böyle durumlarla karşılaşmamak için hastaneye giriş kapımızı değiştirip öğle yemeğini klinik yemekhanesinde yemeğe başladık. Bu durum görevden alındığımız güne kadar devam etti. Hastanemizde görevli, sıkıyönetimin temsilcisi, bir albay vardı. Son derece saygı değer bir kişi idi. Bize karşı aykırı hiçbir davranışı olmadı. Hatta dekan yardımcısı arkadaşımızdan duyduğumuza göre “ solcu diye bilinen öğretim üyelerinin hepsi hastaneye zamanında gelip giden, çalışkan ve iyi hekimler “ diye söylenirmiş. 3 Mart 1983 de ben, Erol Mavi, Altan Kayan, Fen Fakültesinden Şükrü Bozkurt, birer sarı zarfın bizlere özlük işlerinde görevli personel tarafından iletilmesiyle, görevlerimizden alındık. 1955 de öğrenci olarak girdiğim, daha sonra asistan ve başasistan, daha sonra öğretim üyesi olarak yıllarca görev yaptığım fakültemden 1983 de uzaklaştırıldım. Burada, o zaman dekan olan Prof. Dr. Saim Falakalı' ya serzenişte bulunmadan geçemeyeceğim. Tıp Fakültesinin açılışından beri önceleri hocam olarak daha sonra meslekdaş olarak yıllarca birlikte çalıştığımız halde küçük bir veda seromonisine cesaret edememiş, emri bize kendisi tebliğ edememişti.
Eşim Orhan Süren de ertesi gün görevden alınmamızı protesto ederek istifa etti. Böylece üniversite yaşamımıza nokta koymuş olduk.
Sevgili arkadaşım Veli Lök ile ilişkimiz üniversiteden ayrıldıktan sonra da devam etti. Belli aralarla İzmir' deki 1402 likler yemekli toplantılarda bir araya geldik.Bu güzel alışkanlığımız hala devam eder. Hepimizin demokrasi savaşımımızda avukatlığımızı üstlenen insan hakları savunucusu aziz dostumuz Güney Dinç de bizimle beraberdir. Zaman zaman da YÖK yasası yada 1402 sayılı yasa gereği görevlerinden alınıp ege bölgesine saçılan genç arkadaşlarımızla hafta sonralarında çoluk çocuk hep bir araya geldik. Bu birlikte olmalar, birbirimizden hiç kopmayıp daima ilişki içinde olmak o zor günlerde bizlere büyük moral gücü oldu.
Veli Lök ile insan hakları üzerinde çalışmaya başladık. O yıllarda göz altına alınan yada mahkum olanlara uygulanan işkence çok yoğundu. İzmir Şubesi 1987de kurulan İnsan Hakları Derneğinde İşkence ve Cezaevi Komisyonunda Veli Lök, Mehmet Tunca, ben, Av. Latif Küey, Av. Metin Cengiz ile çalışmaya başladık. İlk toplantıyı Veli Lök' ün muayenehanesinde yaptık. Maalesef işkence mağdurları ancak uzun bir süre geçtikten sonra doktora ulaşabiliyordu. O zamana kadar da işkencenin izleri siliniyordu. Bu konuda literatür tarayıp bilgi sahibi olmak istedik (O yıllarda internet olanağı olmadığından literatür taramak kolay değildi ). Hiçbir veri elde edemedik. Ankara' da ki arkadaşımız Dr. Uğur Cilasun Danimarka' da bu konu ile ilgilenen Inge Genefke' den söz etti. Ancak yazışma sonucunda onların da çalışmalarının emekleme aşamasında olduğunu öğrendik. Bu arada Danimarka' da ki RCT ( sonraları IRCT oldu ) ile ilişkiler gelişti. Bunun devamında Veli Lök ' ün öncülüğünde Ankara Merkez' li İnsan Hakları Vakfı kuruldu. Vakfın çalışmaları ile işkenceye yönelik araştırmalar yoğunlaştı. Veli Lök 1989 sonunda ilk defa geç işkence vakalarında kemik sintigafisini uyguladı ve pozitif sonuç aldı. Bundan sonra kemik sintigrafisi tanı yöntemi olarak işkence muayenesinde yer aldı. Daha sonra patolog arkadaşımız Prof. Dr. Fikri Öztop' la birlikte, tüm dünyada ilgi çeken, elektrik işkencesinde, geç vakalarda iğne biopsisi' nin olumlu sonuçlarını yayınladı. İşkenceden caydırıcılıkta büyük işlevi olan bu buluş, arkadaşımıza haklı olarak uluslar arası ün kazandırdı. Çalışmalarının devamında IRCT tarafından organize edilen, Birleşmiş Milletlerce desteklenen bir ekip içinde yer aldı. Beş kıtada işkence konusunda yapılan konferans ve seminerlere bir Türk konuşmacı olarak katıldı.
Sevgili dostum, bilim adamı, insan hakları savunucusu Veli Lök, bitmeyen enerjisi, bilimsel gücü ve iz bırakan çalışmalarıyla 75 yaşında hala ışık saçmaya, etrafını aydınlatmaya devam ediyor.
Türkan SÜREN
Veli Hoca'yı ilk kez 1975 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde Ortopedi stajı yaparken tanıdım. O sıralarda sanırım daha doçent idi. Öğrencilere yaklaşımı içten ve güven verici idi, bundan dolayı da bütün öğrenciler sınava onunla girmek isterlerdi.
1976 yılında aynı klinikte asistanlığa başladığımda hocayı daha iyi tanıma fırsatı bulabildim. Bence Veli Hoca'nın en büyük özelliği büyük-küçük herkese saygı ile yaklaşması, insan onuruna çok özen göstermesi ve insanları kırmamaya dikkat etmesidir. Bu özelliği tüm yaşantısına ve davranışlarına yansımıştır. Kendi yaşamında da en çok örnek almaya çalıştığım hocamızın bu davranış yapısı olmuştur.
Veli Hoca bu yaşam felsefesi ile hepimizin bildiği gibi ülkemizdeki insan haklarının gelişmesi üzerinde çok çaba sarf etmiş, yurt içi ve yurt dışında konferanslar vermiş, yazılar yayınlanmış, fakat dönemin baskıcı rejimleri tarafından devamlı olarak susturulmaya çalışılmıştır. Ancak günümüzde geldiğimiz noktada onun yıllar öncesinde yansıtmaya çalıştığı insan hakları görüşlerinin AB'ninde katkısı ile ülkemizde yerleşmeye başladığını görüyoruz. İşçi haklarının savunulmasında, üniversitede çağdaş eğitimin yüceltilmesinde, trafik kazalarının önlenmesinde hep onun çabalarını görürüz ve fikirlerinden ders almaya çalışırız.
Bugün bu mesleği yapıyor isek bunda Veli Hoca'nın çok büyük emeği vardır. Onun yönlendirmesi ile bugünlere ulaşabildik. Bilimselliği tartışılmaz bir insandır ve aynı zamanda vizyonu biz asistanlarına aşılamak için çok uğraşmıştır.
Veli Hoca aynı zamanda benim nikâh şahidimdir. 27.05.1983 günü Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi Kliniği camiası, hocalarımız, başasistan ve asistan arkadaşlarımız, aramızda rahmetli Tufan Pekin'de olmak üzere hep bir arada idik. Bunuda bir anı olarak aktarmak istedim.
Veli Hocamıza sağlıklı,uzun bir ömür dilerim.Her şey gönlünce olsun………
Dr. Baki Satış
Ocak 2007
Veli Lök'ün Bana Öğrettiği.
Eşim Zeliha Tunca ile ben İzmir'e Ankara'dan 1981'de taşındık, Veli Bey'i de ondan sonra yakından tanıma fırsatım oldu. İyi bir ortopedist ve inançlı bir sosyalist olduğunu daha önceden duymuştum. Ortopedist değilim, seyrek olarak ortak hastalarımız oldu ama benim üzerinde silinmez izler bırakan etkisi dar mesleki sınırın dışında. Anılarımın hepsi de insana sevinç veren türden.
Senelere önce bir ara Veli Lök'ün karaciğer fonksiyon testleri azıcık bozuk çıkmıştı, danıştığı gastroenterolog arkadaşı da bir süre hiç içki içmemesini söylemiş. Biliyorum, Veli Bey içkiyi sever ama hep ölçülü içer, hatta az içer. Ara sıra biraz içmesinin karaciğer fonksiyonlarını bozmayacağını söylediğim zaman bana “doktorumun sözünden çıkamam” demişti. Aylar sonra bu zorunlu oruç sona erdiğinde “balıkla meyve suyu içmenin ne kadar zor bir şey olduğunu bilemezsin” sözü de unutulmaz.
Erdal İnönü'den okumuştum; Başbakan İsmet İnönü otuzlu yılların Anakara'sında hafta sonları oğlu Erdal'ın elinden tutar ve beraber Kavaklıdere'deki Pembe Köşk'ten Kızılay'a kadar yürürlermiş. Baba İnönü yolda göz göze geldiği herkesle tek tek selamlaşırmış. O yıllarda on yaşlarında olan Erdal İnönü de babasının hiç tanımadığı insanlarla biteviye selamlaşmasından sıkılırmış. Seneler sonra Erdal Bey “insanlarla selamlaşmanın ne zararı var ki” diyor ve hoş ve öğretici bir olay olarak hatırlıyor bunu. Basit gibi görünen bir davranış dersi. (Acaba bugün Sayın Başbakan RT Erdoğan kızı Sümeyye'nin elinden tutup bir cumartesi günü böyle bir yürüyüş yapabilir mi, niyet etse yürüyecek kaldırım dahi bulabileceğinden kuşkuluyum.)
Hepimiz çevremizdeki insanlara sözlü ve sözsüz mesajlar veriyoruz. Yaşça ve başça kıdemlilerin sözlü mesajları (“büyük nasihatları”) etkili olur diye düşünüyoruz. Oysa sözsüz mesajlar bence daha etkili, üstelik çok daha uzun sürüyor etkinliği. Veli Lök'den böyle bir sözsüz ders almıştım.
On iki Eylül fırtınasının biraz azalmaya başladığı yıllarda önce İnsan Hakları Derneği, daha sonra İnsan Hakları Vakfı çatısı altında öncülük ettiği ve bizim de kendisine yardımcı olduğumuz çalışmaları unutamam. Yeni tanıştığımız için daha da fazla bir dikkatle izliyordum kendisini. Hiç sesini yükseltmiyor, yüzü hiç asılmıyor. Toplantının başlangıç saati çoktan geçmiş, kapı açılıyor bir arkadaş salına salına geliyor. Veli Bey'e bakıyorum, gülümseyerek yer gösteriyor. Toplantılardan birine geldikten sonra üç-dört defa ortalıkta görünmeyen biri nihayet gelmişse Veli Bey kendisine teşekkür ediyor, hatırını soruyor. Hiç eleştiri yok, hiç serzenişte bulunmuyor. “Arkadaşlar biz bu toplantılara her seferinde biraz daha azalan bir katılımla ne kadar devam edebiliriz, valla bizde bu kitle bilinci olduğu sürece daha çok 12 eylüller görürüz” nutukları yok. Sadece gülümsüyor, teşekkür ediyor ve “öneri ve katkılarınızı bekliyoruz” diyor. Sessiz sedasız, gürültü patırtı çıkarmadan Veli Lök'ün önderliğinde yürüyen o çalışmalarla yüzlerce işkence kurbanına yardım ulaştırıldı, yapılanların kaydı tutuldu, elde edilen veriler yurtiçi ve yurtdışı kongre ve dergilerde yayınlandı. Türkiye'de pek benzeri görülecek şeyler değil bunlar.
Bunca yıldır sayısız ilerici devrimci insanların düzenlediği toplantılara katılırım, gelenlerin gelmeyenleri azarlamadığı bir toplantıya pek az rastladım. Neredeyse maaşını keselim diyecekler. Veli Lök bana çalışma arkadaşlarıma kızmamayı, onları azarlamamayı öğretti; öğrendiğimi umarım.
Mehmet Tunca
HOCAMIZA.
Aytül UÇAR - Osman Murat ÜLKE
Ne önünüzdeyiz ne arkanızda,
Kim dem önünüzdeyiz
Kim dem arkanızda
Ne önümüzdesiniz, ne arkamızda,
Kim dem önümüzdesiniz
Kim dem arkamızda
Yanımızdasınız, etrafımızda
Yanınızdayız, etrafınızda
Siz bize, biz size, birbirimize
Dolana dolana
Sara sarmalaya
Başınızı önce sola
Sonra sağa, bir aşağı bir yukarıya
Başımızı önce sola
Sonra sağa, bir aşarı bir yukarıya
Açarak kollarınızı
Açarak kollarımızı
Siz bize, biz size, birbirimize
Dolana dolana,
Sara sarmalaya.
Birlikte geçirebildiğimiz zamanın bize kattığı değerleri kelimelere dökmek çok zor. Varlığınızı hissettiğimiz her an, yürekten yüreğe bir akış çünkü; bilgisiyle birlikte, çoğu kez, en çok duygu öğretisi bırakan, en çok da insana dair. Adalet üzerine, hakka dair, haklıya dair, haksızın haksızlığına dair, engin bakışınızla ufkumuza ufuk kattınız hep. Cesaret verdiniz. Güç kattınız. Minnettar hissetmemek elde değil, hele sevgiyi.
Saygılarımızla.
DERİNLİĞİN SESSİZLİĞİ: '' VELİ LÖK HOCA '’
İnsanların yaşamında iz bırakan kişi ya da kişilerin unutulması mümkün olmuyor. Bu kişiler eğer hedef kabul ettikleri ilkelerini değiştirmeden yollarına devam ediyorlarsa, toplum ve insanlık yararına olan bu ilkelerini asla terk etmiyorlarsa, onlar her zaman minnet ve şükran duyguları ile anılmalıdır. İşte Veli Hoca, benim bu özellikleri ile takdir ettiğim hocalardan biridir…
Yaşanan anılar içinde yıllar öncesine gitmek istiyorum: Hazırladığım doçentlik tezim Kasım 1974'de ret edilmişti. Bir süredir fakültedeki yakından tanıdığım bazı hocalar, radyoloji kürsü başkanlığına Ankara'dan yeni atanan öğretim üyesinin kendi ekibini kuracağı için benimle çalışmak istemediğini ifade ediyorlardı. Bu nedenle de yeni bir teze başlayıp başlamama arasında bocalıyor ve tek başıma yoğun çaresizliği yaşıyordum. İşte o günlerde Dekan Prof. Dr. Yavuz Aksu beni dekanlığa çağırdı. Ve bana, vakit kaybetmeden yeni bir tez konusu bulup her şeye yeni baştan başlamamı önermişti. Sık sık kütüphaneye giderek tez konusuna yardımcı olacak bilgileri araştırmaya başladım.
Bir gün Veli Lök Hocayı ortopedi kürsüsündeki odasında ziyaret ettim. Yeni başlayacağım tezle ilgili olarak nasıl bir yol izlemem gerektiğini öğrenmek istemiştim. Kendisi, benim yakından tanıdığım Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Radyoloji Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Muhlis Tuzlacı Hoca'dan yardım almamın doğru olacağını belirterek, sınavın her aşamasında bana destek vereceklerini o gün sözlerine eklemişti.
Sınavın tüm aşamalarını başararak 1976 Nisan döneminde doçent olmuştum. Deneme dersinden sonra ilk kutlayanlardan biri, bana zor günlerde destek veren Veli Hocaydı…
Ege Ortopedi Kürsüsü ile bilimsel birlikteliğim ise, 1975 Ekim ayında başlamıştı.
ürsünün isteği üzerine radyoloji uzmanı olarak her cuma günü yapılan sabah toplantılarında, filmlerin yorumu ile ilgili tartışmalara katılıyordum. Çok keyifli ve doyurucu olan bu bilimsel toplantılara; bir süre sonra ortopedi asistanları için eğitici olabilecek enteresan filmleri götürmeye başlamıştım. Klinik hastaların sunumlarından sonra götürdüğüm bu filmlerin tartışılmasına geçilirdi. Kürsüdeki asistan ve uzmanlar dışında öğretim üyeleri de bu tartışmaların içinde olur ve düşüncelerini söylerdi. Sıra Veli Hoca'ya geldiğinde; önce dikkatle filmlere bakar, sonra her zamanki sakin yaklaşımıyla kendi tanısını söylerdi. Hocanın genelde tavrı, davranışı buydu. Bu nedenle O'na, '' Derinliğin Sessizliği: Veli LÖK Hoca '' demek istiyor ve yaşamının sağlıklı, huzurlu ve mutlu olmasını diliyorum…
Dr. Esin Emin ÜSTÜN
Ortak Anılar
Sevgili Veli Lök,
Sizin onurunuza düzenlenen bu anlamlı günde REFUGIO Münih'in tamamı adına size tebrikleri iletmek benim için bir ayrıcalıktır. En kalbi hislerimizle size sağlık ve tüm çalışmalarınızın nihai amacına ulaşması için de başarılar diliyoruz. Biliyoruz ki çalışmalarınız insanın onuruna ve bütünlüğüne saygı, insanın acısını paylaşma, adalet ve şiddetin son bulması anlamına geliyor.
REFUGIO Münih çalışanları olarak merkezimize yaptığınız ziyareti sevgiyle yad ediyoruz. Devasa mesleki birikiminiz ve hayat tecrübeniz ile yaptığınız sunum çalışmalarımıza çok değerli katkılar sağladı. Toplantıya çağrılan hükümet yetkililerinin de, özellikle de mülteci başvuruları ile ilgilenen Yabancı Mültecilerin Kabulü için Federal Daire (Bundesamt für die Anerkennung ausländischer Flüchtlinge) yetkilisinin, konuşmanızı çok yakından dinlediğini anımsıyorum. İşkencenin izlerinin sintigrafi ile belirlenmesine ilişkin verdiğiniz ayrıntılı bilgiler sözkonusu hükümet yetkilileri için ufuk açıcı olmuştu.
Hatta REFUGIO başvurularından birinin Münih'teki radyoloji uzmanlarımızın tanı koymakta güçlük çektiği sintigrafi bulgularının yorumlanmasında sınırları aşan bir işbirliği ile çok değerli bir destek sağlamıştınız.
İstanbul Protokol'ü ile ilgili çalışmalarınız nedeni ile de size minnettarız. İstanbul Protokolü, bilimsel doğasının yanı sıra, hak ihlaline uğramış kişilere saygı dolu bir yaklaşımı, şiddet ve travma ile ilgili yoğun bir angajmanı yanıstmakta ve bunların en ince ayrıntısına kadar belgelenmesi ve değerlendirilmesinin de önünü açmaktadır.
İstanbul Protokolü, Almanya'da ilticacılar ile yabancılarla ilgili yasal düzenlemeler ile Almanya'da işkence mağdurları ve mültecilerin tedavisine yönelik kurulmuş merkezlerdeki değerlendirme ölçütleri arasına da girmiştir.
Kendi proje grubumuzun (SBPM) ise iltica işlemleri sırasında alınan ifadelerin değerlendirilmesine ilişkin ölçütlerin (Standards zur Begutachtung psychisch reaktiver Traumafolgen in aufenthaltsrechtlichen Verfahren) geliştirilmesinde önemli bir dayanak noktası oluşturmuştur.
Nükleer Savaşa Karşı Uluslararası Hekimler Birliği (IPPNW) üyeleri olarak da Almanya'da Hekimler Birliği'nin sürdürmekte olduğu mesleki eğitimlerle ilgili ayrı bir çalışma yapıyor ve konuyla ilgili katkıda bulunuyoruz.
Lütfen size, özellikle Jürgen Soyer ve ben başta olmak üzere, REFUGIO Münih çalışanları olarak TİHV İzmir Temsilciliği'nde bizi dostane bir biçimde ağırlamanız, her geldiğimizde karşılaştığımız konukseverliğiniz için samimi minnettarlığımızı sunmamıza izin verin.
Umuyoruz ki yandaki fotoğraf Münih anılarınızı canlandıracaktır. Boş bir zamanımızda beraberce zaman geçirme şerefine de nail olmuş, yılın en azından Münih için sıcak sayılabilecek günlerinden birinde bir birahanede takılmıştık. Umuyoruz en kısa zamanda yine sizinle zaman geçirme şansına sahip oluruz.
REFUGIO Münih çalışanlarının tamamı adına size mutlu bir yıl daha dilerim...
Dr. Med. Waltraut Wirtgen
REFUGIO München
Mülteci ve İşkence Görenler için Danışma ve Tedavi Merkezi Serbest Çalışanı
Sayın Prof Dr. Veli Lök hocanın 1968 lerde tanımaya başladım. Üniversite 2. Sınıfta, öğrenciliğimde sol kelimesi ile Lök adının birlikte anıldığı belleğimdeki ilk izlenimdi.Daha sonra öğrencisi, hafiyeri, asistanı, dostu, arkadaşı oldum.
Bu aşamalı ve fevkalade olumlu gelişmeler çizgisi dostlukla noktalanmıştı ve bugüne değin hep öyle devam etti.
Veli Beyi anlamak hiçte kolay değil. Onunla öğrenci-hoca ilişkisi içinde bir anımı, daha sonrada asistanlık-dostluk ilişkisi içinde bir anımı anlatarak, bu çok değerli, önemli ve mühimi ki bizden sonraki ilerici,devrimci,demokrat genç kuşaklara da yol göstericeğine iştenlikle inandığım eserde yer almak benim için büyük bir onurdur.
Sanırım bu kitapta Veli Beyin yüzlerce güzel, iyi ve çok değerli özellikleri satırlara yansıyacaktır. Bende de böyle birçok anısı vardır. Ancak iki anımızla onu anlatmaya çalışacağım.
1- BİZ NE DİYORSAK O DOĞRUDUR:
Öğrencisi olduğum dönemde ortopedinin zorluğunu ve karmaşıklığını bir tek onun dersinde yaşamıyorduk.Bir derste yine karmaşık bir konuyu anlatmış ve sorusu olan var mı diye sormuştu. Veli Bey bildiğiniz gibi yavaş, sakin her kelimeyi tek tek anlaşılır şekilde anlattı ve yanıtladı. Bir arkadaşımız okuduğu diğer kitaplardan, dinlediği öğretim üyelerinden alıntılar yaparak bazı sorular sordu. Veli Bey yanıtladı arkadaşımız tartışma ortamı yaratmak amacındaydı. Veli Bey kısa, öz, net anlatımıyla (yaşamınada yansıması olan tarzına uygun) genç arkadaşımın o dediklerininde olabilecağini ancak '' BİZ NE SÖYLÜYORSAK, NE DİYORSAK O DOĞRUDUR'' yanıtıyla konuyu noktalamıştı.
Yaşamım boyunca kavgasını verdiğim, hiçbir şartta geriletmediğim Sol Sosyalist mücadele içinde ''BİZ NE SÖYLÜYORSAK DOĞRUDUR'' sözü hiç aklımdan çıkmadı. Bu söz ve yaşamım birlikte ilerlediler. Doğru yaşamak, doğruyu savunmak, doğruyu söylemek.
2- ÇANTASINI TAŞIDIĞIM TEK İNSAN:
Anlatacağım ikinci anımda 12 Eylül darbesi dönemine aittir. Bildiğiniz gibi hocamız 12 Eylül de, 1402' lik olmuştu. O zulüm günlerinde hepimiz heyecan, kuşku, ne zaman gelip götürecekler tedirginliği ile dolu günler yaşıyorduk. Çevremiz muhbir ihbarcı kaynıyordu. 12 Mart'ta olduğu gibi 12 Eylül döneminde de Ege Üniversitesi Ortopedi Kliniği sol siyasete odaklanmakta idi. Veli Bey'in 1402'lik olduğunu öğrenmiş ve ne zaman üniversiteden uzaklaştırılacaklar diye bekliyorduk. O gün geldi. Hocamızın üzgün ama onur ve gurur dolu tavrı hiç eksilmeden, tutarlılığını hiç azaltmadan bunu karşıladı ve hazırlanmaya başladı. Klinik direktörümüz Prof. Dr. Merih Gölcüklü' nün '' Hemen odanızı boşaltınız'' çağrısı (Ki hoca hanımın en mutlu günü idi sanırım) üzerine hızlanılması gerektiğinden Veli Bey'in can dostu, yoldaşı fotoğrafçı Necati Akçasaray gelerek yardıma ihtiyacı olduğunu ve klinikte kimseyi bulamadığını, hiç kimsenin ortalıkta görünmediğini belirterek acele yardım etmesini istedi. Hemen her işini bırakarak hızla Veli Bey'in odasına gittik. Tahmin edeceğim ve bildiğim gibi oda kitaplarla, posterlerle, çantalarla, kutularla dolu idi. Çünkü Veli Bey demek araştırma demek, bilgi demektir.
Necati Akçasaray ile birlikte çantalarını, bavullarını, kitaplarını aşağıya, arabalara taşıdık. Gün ışığında başladığımız bu heycanlı ve onurlu görev akşam karanlığında bitmişti. İşimi bitirip Veli Bey'in odasına dönerken; Necati hani insanlar , hani arkadaşlarımız.
NEREDELER?
Necati üzgün ama tanıdığım sosyalist vakarlı tavrıyla; yoklar, hiçbiri ortalıkta görünmüyor. Bilmem ki neredeler.
Yıllar sonra oğlumla ( Emrah 1980 doğumludur.) konuşuyorduk. 14- 15 yaşlarında idi. Ona yaşamda nasıl olmayı anlatıyordum. Başarı için, hayatta olmak için ne yapmalı, nasıl durmalı, neleri savunmalı vs…
Başarı için önce insan olmalı, insan gibi, adam gibi davranmalı, çıkacağın basamakları adam gibi çıkmalı diyorum ve bir laf çıkıyor ağzımdan;
Başarmak için, bir yere çıkmak için başkasının çantasını taşımamalısın, kazanmak için kapıdan kovsalar pencereden, pencereden kovsalar bacadan girmelisin.
Yani oğlum başarmak için, var olmak için kavga etmemeli , mücadele etmelisin.
Oğlumla 1-1,5 saatlik sohbet, nasihat , öğreti konuşmanın sonunda, bir diyeceğin , bir sorun var mı oğlum dedim.
Emrah: Babacığım bir tek sorum var sorabilir miyim?
- Tabi oğlum neden olmasın ki.
Emrah: Babacığım sen hiç kimsenin çantasını taşıdın mı?
- Duruyorum, yutkunuyorum. Cevaplayıp cavaplamama çelişkisini taşıyorum.
Oğlum cevabı bekliyor heyecanla ve bir dalıp gidiyorum geçmişe nice devrimcinin katledildiği, 17 yaşında çocukların idam edildiği çok değerli bilim adamlarının 1402 sayılı kararla üniversitelerden atıldığı günlere gidiyorum.
Sonra:
- Evet oğlum hayatım boyunca bir kişinin çantasını taşıdım. Hem de büyük bir onurla, gururla.
- Büyük insan, gerçek sosyalist, gerçek bilim adamı PROF. DR. VELİ LÖK ' ün çantasını.
Dedim ve yaşadığım o günü , 12 Eylül 1402'lik olmanın ne demek olduğunu anlattım.
DR. Nail YÜCE